Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, bir sohbetinde: “Hakikati arayan kişinin tüm arayışları ait olduğu yeri bulana kadardır” demişti. Bu söz bendenizde derin tesirler bırakmış ve kendi köklerime, kendi hakikatime ait olan yeri bulmak amacıyla yola çıkmış, Türkiye’de doğan bir Arnavut olarak doğu-batı ekseninde kendimi aramıştım.

Anadolu’da kurulan Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesini devralan ülkemizin bin yıllık devlet geleneği üç temele dayanır. Güçlü, adaletli devlet yapısı, ilme değer vermek ve hikmeti yüceltmek. Şeyh Edebalı, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözleriyle bu hakikati özetlemiş.

Türklerin, doğu-batı ekseninde yaptığı kutlu yürüyüşün ayak izleri bir dönem sonra göçebe kültüründen kalıcı medeniyetlere dönüştü… Rumeli illeri ve Balkanlar fethedildikten sonra buradaki insanların yaşam kültürü ve zihin yapısı bu medeniyetin kuruluş temellerini güçlendirmiş, her daim tadı tuzu olmuştur.

Aşk-ı niyaz ve selam olsun onlara ki; Ahmed Yesevi’nin insan merkezli irfan düşüncesi Yesi’den alp-erenler ile Anadolu’ya aktarıldı. Belh’li Hz. Mevlana, Kars’lı Harakani, Horasan’lı Hacı Bektaş, Buhara’lı Hüsameddin-i Uşşaki, Hakk aşığı öz be öz Türk olan Taptuk Emre, Yunus Emre ve Hacı Bayram’ın nefesleri Endülüs’ten gelen Muhyiddin-i Arabi’nin hikmetiyle birleşti. Nevşehir, Konya, Bursa üzerinden İstanbul’a aktarıldı.

Böylelikle Anadolu irfan medeniyeti, Rumeli toprakları üzerinden Balkanlara taht kurdu. Payitaht İstanbul’da billurlaşan “akl-i selim, zevk-i selim ve kalb-i selim” irfan düşüncesi Sarı Saltuklar ve Rumeli Erenleri nefesiyle Saraybosna’ya kadar ulaştı.

Türkistan’da üflenen nefes, İstanbul üzerinden Bosna’ya ulaştığında Bulgarlar, Makedonlar, Arnavutlar ve Boşnaklar Türkler eliyle İslam, hikmet ve medeniyetle tanıştılar.

Yıllar önceki mutad ziyaretlerimden birinde Kosova’ya giderken Üsküp’te mola vermiştim. Köprü Derneği’ni ziyaret esnasında arabamda getirdiğim çeşitli kitapları derneğin kütüphanesine hediye etmiştim. Kitapları taşımak için bendenize yardım eden Üsküplü İrfan’ı şimdiye kadar hiç unutmadım. Ayaküzeri yaptığımız sohbette dedesinden naklettiği hikâyesi şöyleydi.

1963 yılında dönemin Federal Yugoslavya’ya bağlı Makedon hükümeti Üsküp’te İrfan Efendinin imamlık yaptığı camiyi yıkmak ister. Hükümetin tanıdığı süre dolmuştur ve cami yarın yıkılacaktır. Cemaat çaresiz ve üzgündür. İrfan Efendi ise celalli ve düşünceli bir halde şöyle der: “Camiyi yıkmak istiyorlar ama onlar bilmiyorlar ki; geceler hamiledir!”

O gece sabaha karşı 04:17’de Üsküp tarihinin en şiddetli depremi olunca sözlerin hikmeti anlaşılır. Cami dimdik ayaktadır ve hükümet yıkımdan vaz geçer.

Malatyalı Niyazi Mısri Hazretlerinin nefesi Meriç Nehrinin öte yakasından Rumeli illerini seyreden Edirneli Hasan Sezai Efendi’ye geçmiş. Balkan seyahatlerimde Rumeli Erenlerinin izine rastladığımda yaşım kırk olmuştu. O zaman anladım ki hangi ırktan olursa olsun farklı zaman ve mekânlarda yaşayıp belki de birbirlerini hiç görmeyen arifler, farklı dillerde dahi olsa hep aynı hakikati terennüm etmişler...

Büyük dedelerimin Müslüman olmasına vesile olan kutlu nefesi; Rumeli ve Balkanlara taşıyan devlet geleneği; sadece kaba kuvvetle, askeri güçle, topla, tüfekle Kosova’ya gelmedi. Atlarının terkisinde Mesnevi ve bulgur vardı. Kalplerinde “irfan ve hikmet” vardı. Bazen İslam’ın kılıcı oldular. Bazen bir tüccar, bazen bir derviş,  bazen de bir seyyah oldular…

Not: Yeni Sakarya ailesine bendenizi davet ederek nezaket gösteren Sayın Zeki Aydıntepe’ye teşekkür ediyor, gazetede emeği geçen arkadaşları ve tüm saygıdeğer okuyucuları muhabbetle selamlıyorum.