Dünyaya sürgün edilen insan, yolunu kaybetmiş acemi yolcu gibidir. Acelecidir, yarımdır, cahildir.

Ana rahminde kan pıhtısından ibaret olan insan evladı, doğumla birlikte yokluk âleminden varlık âlemine adım atar. Acıdır ki, nefes alıp verdikçe an be an, gün be gün ruhlar âlemine ait hakikatinden uzaklaşır.

Elestu bi Rabbikum? Hitabına cevap olarak verdiği: “Evet! Sen bizim Rabbimizsin.” sözünü unutur.

Nisyan (unutma) ile malul olan insan, aslında bir “hiç”ten ibaret olduğunu unutur da küçük dağları ben yarattım tavrına bürünür.

Sahip olduğu nimetleri kendinden bilir. Sağlığından zenginliğine, bedeninden aklına, malından evladına kadar tüm nimetlerin Allah’ın kendisine ikramı ve imtihanı olduğunu unutur.

Kimi güzelliğine, kimi parasına, kimi makamına, kimi aklına, kimi kavmine aldanır da yeryüzünde büyüklenerek yürümeye başlar. Allah’ın arzı olan yeryüzünde Allah’ı unutur.

Ben çalıştım. Ben kazandım. Ben akıllıyım. Ben bilirim… Vehmine kapılır da büyüklenir. Gururlanır.

İnsanlık tarihinin en büyük hastalığı Allah’tan gafil olmaktır. Azîz ve Celîl olan Allah, kuluna ne de güzel hatırlatıyor:  

“Ey İnsan, Kerîm olan Rabbine karşı seni gururlandıran, aldatan nedir?” (İnfitâr Sûresi. 82/6)

Sonra birden kurulu düzen sarsılır. Hayalleri alt üst olur. Kalbinde tarifsiz bir huzursuzluk peydahlanır.

Anlamsız ve tesadüf gibi görünen belalar, musibetler yağmur gibi üzerine yağmaya başlar. Nereden çıktı bu? Diyerek sitemler eder. Rabbine şükretmediği nimetler elinden avucundan kayar gider…

Ansızın yakalanmıştır. Bir biri ardına gelen kader oklarına hedef olur. Saklanacak yer de bulamaz.

Kolu, kanadı kırılır. Kafası, gözü yarılır. Etrafındaki insanların hışmına uğrar. Mahlûkatın tamamı sanki bir anda ona düşman kesilir. Sonsuz büyüklükteki kâinatta havaya savrulmuş bir toz parçacığı gibi görür kendini. Kalabalıklar içinde yapayalnız ve bir başına kalır.

Tumturaklı, havalı, fiyakalı “cool” takıldığı eski günlerinde lüks içinde yaşarken damarlarında gezen kibirden eser kalmaz. Artık keyifli günler geride kalmıştır. Neredeyse nefes almaktan bile korkmaya başlar. Allah’ın “Kahhâr” tecellisiyle zuhur eden kahredici sıfatını şah damarından hissetmeye başlar.

Üç şeyden biri, ikisi veya hepsi ona musallat olur. “Zillet, kîllet ve illet

Zenginken şimdi fakir olur. Toplumda izzet sahibiyken, şimdi zelîl olur. Toplumda övülürken şimdi hakir görülür. Beden zayıflar, hastalığa düçâr olur.

Sonra kendisini öyle aciz hisseder ki, kafese hapsedilen kuş gibi olur. Esîri olduğu kafesten çıkmak için çaresizce hamle üstüne hamle yapar. Hangi yana dönse kapıyı bulamaz. Başını ha bire kafes tellerine çarpar da “kapısız kafes”te olduğunu anlayınca kaderin sahibi Allah’a teslim olur. Gurur ve itirazı bırakır. Allah’ın kendisi üzerindeki tasarrufuna razı olur.

Ellerini semaya açar: “ Ya Rabbi! Senden başka kimsem kalmadı. Senden başka gidecek kapım yok. Bana yardım et” diyerek dua eder. Gözyaşı döker.

Kalbin, kadere -ilahî kudrete-  teslim olması pişmanlığa, pişmanlık tevbeye, tevbe kulluğa, kulluk özgürlüğe kapı açar.

Hz. Pîr Abdülkadir Geylanî, Futûhât-ı Rabbâni isimli eserinde şöyle söyler: “Allah’tan gafil olan kimseye, Allah isterse tüm mahlûkatı musallat eder. Eğer bu hal başına geldiyse, derhal işlediğin günahı terk et. İstiğfâr et. İşlerini Allah’a havale et. Tevazuyla boyun bükerek Allah’a ibadete yönel.”

Zorluklar etrafınızı kuşattıysa,

Yapayalnız, çaresiz kaldıysanız,

Kapısı olmayan kafese girdiyseniz,

Yapacağınız tek bir şey kalmıştır.

Allah’a kaçın.

[email protected]