Terapiye ait kavramlar artık yalnızca uzmanların odalarında değil, herkesin dilinde yer alıyor. Bağlanma stili keşfinden içinizdeki çocuğa sarılmaya kadar uzanan geniş bir yelpazede... Belki de bir dönemin psikolojik dizileriyle birlikte artan bir farkındalık gibi görünüyor olabilir. Ancak bu kadar çok kişi psikoloji ya da terapi hakkında konuşurken, gerçekten kaç kişi terapiye başlıyor?

Bu kavramların gündelik hayatta kullanımı arttıkça, bireyler kendilerini ve çevresindekileri etiketleme konusunda daha cesaretli davranıyor. Rahatsız hissettikleri her anda "tetikleniyorlar" ya da biriyle anlaşamadıklarında o kişi bir anda "narsist" oluveriyor. Buradaki en olumlu gelişme, insanların yaşadıklarına bir isim koyma ihtiyacı duymaya başlamaları. Sosyal medya, bazıları için bir tür kişisel gelişim fragmanı gibi hissettirse de iç dünyamızda gerçek bir değişim yaratmak için deneyimlemeye, hissetmeye ve yüzleşmeye ihtiyacımız var.

Psikolojiye dair bu kadar yoğun bir ilgi varken, terapiye başlamanın hâlâ zor olması çelişkili gibi görünüyor. Ancak yüzeydeki bu zorluğun altında, çok daha derin duygusal, toplumsal ve yapısal engeller yer alıyor. Terapiye ihtiyaç duyduğunu kabul edebilmek önemli bir adım. Fakat ihtiyaç duymakla ilk adımı atmak arasında kocaman bir cesaret eşiği var.

Sosyal medyadaki psikolojik içerikler, insanların içlerini dökmesi için eşsiz bir alan sundu. Herkesin bir hikayesi var ve anonim olarak bunu paylaşmak hiç olmadığı kadar kolay. Bir gönderi altına yapılan içten bir yorum, kendini özdeşleştirmek ya da duygunu tarif etmek geçici bir rahatlama sağlayabilir. Ancak bu, çoğu zaman sorunlarla derin bir temas kurmaktan kaçınmanın da başarılı bir yoludur. İçimizdeki boşluğu görünür kılsa da bu boşluğu dönüştürmemizi sağlayacak alanı bize sunamaz. Tanımlamak ile yaşamak, hikâyeni anlatmak ile onun sende bıraktığı izleri görmek aynı şey değildir.

Mevcut durumda birçok kişi kendini çözümlemiş gibi davranıyor. Hangi davranışının hangi travmadan kaynaklandığını ya da ebeveynlerinin onda bıraktığı etkileri rahatlıkla anlatabiliyor. Ancak bu yaşanmışlıkları sağlıksız bir ortamda kimlik hâline getirmek ve sahiplenmek, iyileşme sürecini askıya alabiliyor. Bir duyguyu anlamak, onunla baş başa kalabilmeyi; bir düşünceyi dönüştürmekse, onunla vedalaşabilmeyi gerektirir. Oysa insanlar çoğu zaman bu etiketleri zırh gibi giyerek acıyla aralarına mesafe koyuyorlar.

Terapide ise bu zırh çıkarılır ve bu mesafe ortadan kalkar. Bu durum genellikle konforlu değildir. Yaşanmışlıkları tekrar tekrar anlatmak değil, o anı ve duyguyu orada, o anda hissetmek gerekir. Zaten dönüşüm de hiçbir zaman konfor alanında başlamaz. Tam bu noktada sosyal medyadaki psikoloji içerikleriyle gerçek terapötik süreç arasındaki fark derinleşir. Sosyal medyada anlattıklarımızla geçici bir rahatlama sağlarız; terapi odasında ise sustuklarımızla yüzleşiriz.

Öte yandan gerçekçi bir bakış açısıyla bakıldığında; ekonomik koşullar, terapistlere erişimin zorluğu ya da danışmanlık ücretlerinin yüksekliği, terapiye gitmenin önünde ciddi birer engel oluşturuyor. Kimi zaman bireyler terapiye hazırdır ama sistem buna izin vermez.