Söyleşi: Uğur Canbolat
Portre ressamlığı ile kelimelerle resim yapan portre yazarlığı arasında nasıl ortak bir bağ var?
Çok güçlü bağ var. Biri fırça, diğeri kelimelerle karakter imgelemi gerçekleştiriyor. Sonuç aynı. Renkler aynı. Sadece araç; fırça ile kelimeler yer değiştirmiş oluyor.
Fırça veya karakalemle yapılan portreler muhatabın yalnız belirli bir yönünü ortaya koyarken portre yazarlığı için çok yönlü bir çizim diyebilir miyiz?
Elbette. Birinde tuval daha sınırlı ve ama daha bütüncül. Diğerinde daha geniş bir alan var. İkisinde de ustalık gerekiyor elbette. Yusuf Ziya Ortaç’ın Âkif’i anlatırken kullandığı Âkif olmasaydı, Çanakkale dilsizdi. İstiklâl Harbi de’sini veya Cemal Süreya’nın Sezai Karakoç için kullandığı bir başına. Dışarıda ve yukarıda’sını fırça ile ifade etmek zor. İkisinin de avantajları var diyebiliriz.
Her portre yazarının yansıtmak istediği birbirinden farklı olabiliyor. Burada inanç dünyası ve dünya görüşü mü etken oluyor size göre?
Çok sanmıyorum. Aynı inanç ve dünya görüşünden yazarlar da farklı bakabiliyor. Elbette durduğumuz yer çok ama çok önemli. Ama beni, yazdığım insanların eksiklerine temas etmemekle eleştiriyorlar. Ben de yazarın tanrısal bir sorumluluğu/görevi yok. Belki tövbe edip düzelecek. Ayrıca eleştirdiğim kişiden daha fazla benim kusurlarım olabilir, diye cevaplıyorum. İnsana bakışımız / kendi durduğumuz yer belirliyor daha çok.
O hâlde her portre yazısı biraz da yazarın kendi kişiliği ve ruh hâlinin izdüşümüdür denilebilir mi?
Kesinlikle öyle. Hatta bu konuda geldiğim nokta şu: Aslında yazdığımız, karşımızdaki kişide kendi izdüşümlerimiz. Karşımızdakindeki kendimizi yazıyoruz biz. Bu güzel soru için ayrıca çok teşekkür ederim.
Portre yazıları bir nevi yaşanılan toplumun sosyokültürel kodlarını da içinde taşır mı?
Tamamı ile öyledir. Zamandan ve mekândan münezzeh insan olmadığından hem yazılan hem yazan, yaşadığımız toplumun sosyokültürel kodlarıyla kaleme dökülüyor/döküyor.
Peki, tamamen kurguya dayanan portre yazıları da var mı?
300’ün üzerinde insan, 100’ün üzerinde şehir portresi yazdım, kırk yılda. Tümüyle kurgusal bir metnim yok. Ama bazı portrelerde kurgusal cümlelerim veya paragraflarım var. Yaşayan en büyük portre ustası Mehmet Aycı kardeşim, daha kurgusal portreler kazandırıyor Türk edebiyatına. Hakkını teslim edelim.
Kurgusal portre yazıları daha çok şahıslara ait olanlarda mı yoksa mekânlara ait yazılarda mı öne çıkıyor?
İkisinde de. Özellikle şairliği güçlü olanlar daha kurgusal portreler yazmaya yatkın diyebiliriz.
Siz önce şiir ve denemeler yazdınız. Meşhur denemeci Montaigne’nin izlerinizi metinlerinizde bulmamız mümkün mü?
Bilemem. Ben iyi bir Necip Fazıl, Cemil Meriç, Cahit Zarifoğlu, Fethi Gemuhluoğlu, Nuri Pakdil, Atasoy Müftüoğlu ve İsmet Özel okuruyum. Ve tabii ki Ş.’nin özdeyişleri, denemeleri besledi beni. Montaigne’den ziyade bizim büyüklerimizin izleri daha çok olabilir bende. Bu arada son aylarda yeniden denemeye dönüş yaptığımı da haber vereyim.
Sizi portre yazmaya “Ş.” imzasıyla tanıdığımız merhum Selahaddin Şimşek’in yönlendirdiğini söylüyorsunuz. Sizde nasıl bir nüve görmüştü?
Onu bilemem. Kendisine sormak için de öteye gitmemiz lâzım. Orada birlikte sorarız inşallah. Ama Ş.’nin, söyleşilerimin girişlerinde beş-altı cümlelik tanıtım yazılarımı görerek bu karara vardığını söyleyebilirim. Minnet ve şükran borçluyum kendisine. Fatihalar gönderiyorum ruhuna.
Şiir ve denemelerden sonra portre yazmak bir avantaj ya da kolaylık sağladı mı?
Kırk yıl sonra geriye dönüp bakınca söylüyorum bunları: Portrenin en yakın olduğu tür deneme, bana göre. Şiirsel portreler yazmak da okunurluğu, edebiyat lezzetini artırıyor. İçine hikâyesel bir-iki anekdot ve tadında azıcık da mizah kattınız mı, işin çoğu hallediliyor.
Yazacağınız portre için ne gibi ön hazırlıklar yapıyorsunuz ya da yapıyor musunuz? Önce gönlünüzde demlemeyi önemsiyor musunuz?
Öncelikle yazacağım hiçbir portreyi ben seçmiyorum. Onlar bana kendilerini yazdırıyorlar. Buradaki büyük çelişkiyi izah edeyim, yanlış anlaşılmaya matuf bir konu zira: Hiçbirinin kendisini yazdığımdan haberi olmuyor. Metni göstermiyorum da. Dergide kitapta yayınlanınca görüyorlar. Kendileri yazdırıyorlar’dan muradım, bir vesile ile hayatıma giriyorlar o günlerde. Ya bir telefon görüşmesi ya bir buluşma ya bir yemek. Kısacası gönlüme düşenleri yazıyorum, onların haberi olmadan. Beni yazar mısın diyen hiç kimseyi yazmadım hayatımda. Sevdiklerimi yazıyorum ben. Gönül eleğimin üzerinde kalanları. Yazdığımı da onlar bilmeden. Hiç hazırlık yapmıyorum. O kişi hakkında kimler ne yazmış, bakmıyorum, okumuyorum. Zaten tanımadıklarımı da yazmıyorum. Yazıyı dergiye göndereceğim günden bir gün öncesinde, o kişi gün boyu zihnimde dönmeye başlıyor. Ben sadece not alıyorum. Yazdığım portreler, o kişilerin gönlümdeki izdüşümleri. Kişisellik içeriyor yani. Ve tabiatıyla sübjektiflik de.
Her yazı türünde samimiyet başat husus. Portre yazarı için bu birkaç gömlek daha da önemli denilebilir mi?
Şair Ercan Yılmaz, benim portrelerim için samimi, akıcı, lirik diye yazmıştı, 2016’da Yaşa’yan Portreler’in takdim yazısında. Ben şahsen ömrümce kendim olmaya çalıştım. Yazdıklarımın kusuru da - varsa - değeri de samimiyetimdendir. Ve ben 12 ilde 79 yazarlık mektebinde 1235 derste gençlere hep onu söyledim: İçinde samimiyet yoksa, dünyanın en güzel metnini de yazsanız okura dokunmaz. Sorunuza döneyim: Samimiyetin de en gerekli olduğu tür, sanıyorum portre. Zira direkt insan, anlattığımız.
Portre yazılarınızın imgesel başlılar taşıması gündelik yaşamınızdaki mizahî yönünüzü ele veriyor diyebilir miyiz?
Çok teşekkür ederim, bunu ifade ettiğiniz / sorduğunuz için. Galiba evet diyeceğim. Ama bu ve her konuda benden ziyade, edebiyat eleştirmenlerinin / iyi okurların tespitleri önemli. İmgesellik başta portre olmak üzere bütün edebiyat türlerinin olmazsa olmazı mesabesinde, benim nezdimde.
Peki, mühendis olmanın getirdiği matematik gerçeklik ile şair yanınızın duygusallığı ve nüktedanlığınız aynı anda portrelerde kendisini nasıl ortaya koyuyor?
Bunun cevabını ben değil de yayıncı İsmail Aydın vermiş olsun: Fahri Tuna’nın portreleri tamamı ile mühendislik yüklüdür. Analitiktir tüm metinleri. İyi bir şiir okuruyum, evet. Metinlerime de yansıyor olabilir bu. Nüktedanlık ise içimden fışkıran, durduramadığım, tutamadığım bir şey. Adeta hapşırık gibi. Umarım okuruma rahatsızlık vermiyordur.
Yazılarınızı matematik bir disiplinle başlayınca bitirir misiniz yoksa dinlenmeye bıraktıklarınız da olur mu?
İlk yıllarda birkaç ay demlenmeye bırakıyordum. İyi de oluyordu. Son yıllarda bazen bir ayda üç-dört portre yazdığım için pek dinlendiremiyorum. Hayattaki en yakınlarımdan, kalemine çok güvendiğim Mehmet Şeker kardeşime veya edebiyat doktoru olan damadım İsa İlkay Karabaşoğlu’yla kendisi de yazar olan kızım Ayşenur Gülsüm’e okutmadan göndermiyorum dergilere.
Portre yazarlığı için bir nevi kelime mühendisliği de diyebilir miyiz, seçilen şahısların geniş hayat serüvenlerini kısa ve çarpıcı anlatılması bakımından?
Yapmaya çalıştığımız bir nevi İnsan mühendisliği mi desek. Bir tarafıyla da kelime mühendisliği elbette. Yaptığımız, bir insanın tahlili, tasviri, tetkiki sonuçta. Kelimelerle.
Şehir portreleri de yazıyorsunuz. Arada temel ne gibi farklar var?
Şehir ve mekân portreleri de yazdım. Pek bir fark yok. Bir hekimin tedavi sırasında kadın-erkek-çocuk ayrımı yapması gibi bir şey. Mesele neşeli, lirik, incelikli metinler üretmek. Becerebiliyorsak ne âlâ.
Bir Rumeli sevdanız var gözden kaçmayan… İlk yazdığınız şehir portresi neresiydi?
Doğru. Çocukluğumuzda Yahya Kemal’den mülhem akıncı ruhunu giyindik biz. İlk yazdığım şehir portresi, gömülmeyi vasiyet ettiğim şehir Üsküp. (Soyadım yanıltmasın, ben Rumeli değil Anadolu kökenli, - Karakeçili Yörüğü bir ailenin çocuğuyum. Adım Anadolu, soyadım Rumeli.)
Yazdığınız portelerde kendiniz ne oranda varsınız? Biraz da sizin portreleriniz denilebilir mi bunlara?
Kanaatim odur ki, - yukarıda da söylemiştim - bir portrede yazdıklarımız, yazılan kişideki kendi izdüşümümüz. Ondaki kendimiz. Onda beğendiklerimiz, gördüklerimiz, hissettiklerimiz. Bizim Türkçemizle, duygularımızla. Yazdıklarımızda en çok biz varız aslında. Ve tanrısal bir şımarıklığa (haddi aşmadan) / hesap sormaya kalkışmadan yazmalıyız. Yargılayan biz değiliz, Birler Bir’i. Onu hiç unutmadan, yazmalı, hep.
Portre yazılarınızın okuyucularınıza seçtiğiniz şahsiyetleri veya mekânları daha iyi tanımasına sebep olduğunu söyleyebilir miyiz?
Portre türünün böyle bir etkisinin olduğunu söylemek mümkün. Çizer Osman Suroğlu’nu yazdığımda eşi Makbule Yenge, Osman, yirmi beş yıllık eşinim, vallahi Fahri, seni benden iyi tanımış, sözü ve Taraklılı Ormancı Alaattin Yılmaz Abi’nin Fahri Hocam, ben kendimi, beni yazdığınız portrede tanıdım, sözü bir nebze cevap olabildi mi bilemem. Bütün portre yazarları için geçerli bir hüküm/durum elbette bu.
Kitaplaşan portre yazılarınız var. Yenilerinin müjdesini verebilir miyiz son olarak?
Evet, yayımlanmış beş portre kitabım var şu ana kadar. (Mehmet Şeker kardeşim, portrelerin efendisi diye tavsif ediyor bu fakiri.) Geriye kaç günüm, kaç yılım kaldı, bilmiyorum. Ama Yesevi’den Sarı Saltuk’a, Taptuk’tan Yunus’a, Nasreddin Hoca’dan Nef’i’ye, Hacı Bayram Veli’den Hacı Bektaş Veli’ye… Bizi Biz Yapan Portreler adıyla, sayıları kırkı bulan büyüklerimizi yazmak istiyorum, kalan ömrümde. Becerebilirsek. Dua hükmüne geçsin bu sorunuz da.
KAYNAK: YENİ SAKARYA GAZETESİ