Bazı şeyler vardır ki insan yaşarken fark etmez; ama bir gün olur, ansızın karşısına çıkar da “Ben bunu ne kadar özlemişim!” dedirtir. İşte geçtiğimiz günlerde yaşadığım bir an, tam da böyle bir duyguyu taşıyordu içinde. Hatta bir andan öte, bir iklimdi bu; insanın içini ısıtan, zihnini ferahlatan, gönlünü doyuran bir iklim. Uzun zamandır yapmadığım, dahil olmadığım ve çevremde neredeyse hiç görmediğim bir hadiseydi bu. Belki de son yılların en kıymetli birkaç saatiydi benim için.

Malum, havalar ısınıyor. Şehirde yaşayan bizler, nefes alacak yer arıyoruz artık. O gri, sıkıcı ve telaşlı yapıların arasında boğulmuşken, köylerdeki sade hayat bir vaha gibi gözümüzde. Bizim de bir arkadaşımız, şehrin biraz dışında, bir köyde (Arifiye/Kışlaçay) kendisine bir ev inşa etmiş. Camiye ve köy kahvesine de yakın. Ve o gün beni aradı, “Eski dostlar geliyor,” dedi. “Bazılarını 20, bazılarını 25 yıldır görmüyoruz. Sen de gelir misin?”

İçimden “Ne güzel bir davet bu,” dedim ve hiç düşünmeden kabul ettim. Yıllar içinde hem şehir, hem hayat, hem de alışkanlıklar bizi alıp başka başka yönlere savurmuştu. Ama o eski dostluklar, bazen silikleşse de tamamen silinmiyor insanın hafızasından. Belki de yaşlanmanın bir başka yönü de bu: Geçmişin değerini daha çok hissetmek…

O gün 9 kişi bir araya geldik. İçlerinde tanımadığım iki kişi de vardı. Meğer onlardan biri kısa bir süreliğine uğramış, sonra başka bir şehre yola çıkacakmış. “Sadece bir saat kalırım,” demiş. Ama sohbetin lezzeti öyle bir sardı ki ortalığı, üç saat boyunca kimse yerinden kalkamadı. Zaman durmuştu sanki. Ne saate baktık, ne telefona... Sadece konuşmak, dinlemek, dertleşmek, hatırlamak ve geleceğe dair düşünceler vardı o ortamda.

İnanın uzun zamandır ilk kez bu kadar huzurlu, bu kadar sahici, bu kadar insanî bir anın içinde buldum kendimi.

Ne acı bir gerçektir ki artık sohbet etmeyi unuttuk. “İletişim çağındayız” diyoruz ama birbirimizle konuşamıyoruz. Ekranların, kulaklıkların, uygulamaların dünyasında her şey sesli ama çok az şey anlamlı. Telefonlarımız çalıyor, mesajlarımız geliyor, sosyal medyada her an birileriyle etkileşimdeyiz ama gerçekte kimse kimseyle “sohbet etmiyor.”

Artık iki kişi bile uzun süre bir masa başında kalıp konuşamıyor. Ya telefona dalınıyor ya konu hemen sıradanlaşıp dağılıyor. Hele kalabalık sohbetler… Onlar artık neredeyse tarihe karıştı. Eskiden annelerimiz komşu gezmelerinde saatlerce sohbet ederdi. Dedelerimiz kahvede bir bardak çay eşliğinde saatlerce tartışır, fikir yürütür, ortak bir akıl oluşturmaya çalışırlardı. Şimdi bırakın fikir alışverişini, insanların yüz yüze bakarak dinlemeye bile tahammülü yok.

Oysa biz insanız. Düşünen, hisseden, konuşan, anlatan varlıklarız. Ruhumuzun doyasıya yaşaması için sadece yemeğe değil, sohbete de ihtiyacımız var. Kalbimizin, zihnimizin gıdasıdır bu. Bir fikir etrafında dönüp dolaşmak, bir hatırayı beraberce yad etmek, geçmişin tozlu raflarından bir tebessüm çıkarmak… Bunların hepsi bizden çok uzaklaştı.

Bizi bir araya getiren sadece bir çağrıydı ama yaşanan şey, adeta bir kültürel törendi. O Günkü Sohbet Bir Tören Gibiydi. İnsanlar, içlerinde var olup tuttuklarını, biriktirdiklerini kelimelere döktüler o köy kahvesinde. Herkesin söyleyecek bir şeyi vardı. Kimse laf kesmedi, kimse acele etmedi. Kimse “beni de dinleyin” diye bağırmadı. Herkesin gözü, gönlü, kulağı açıktı. İşte “sohbet” tam olarak böyle bir şeydi.

Orada bir şey daha fark ettim: İnsan sadece konuşarak değil, dinleyerek de iyileşiyordu. Anlatmak bir terapiyse, dinlemek de bir şifaydı. Ve bu şifa ortamı öyle hızlı gelişti ki, herkesin yüzünde sanki gençlikten kalma bir neşe, bir tazelik belirdi.

Konular değişti, zaman aktı ama ortam hiç bozulmadı. Ne bir siyaset tartışmasına dönüştü ne de anlamsız bir geyik muhabbetine. Ve ben kendi kendime şunu sordum: “Neden bunu hep yapamıyoruz?”

Bu sorunun cevabı aslında çok basit ama bir o kadar da hüzünlü. Çünkü biz çok yorgunuz. Kalabalıklar içinde yalnız, teknoloji içinde kopuk, bilgi içinde suskun kaldık. Kafamız dolu ama gönlümüz boş. Hızlı yaşıyoruz ama yüzeysel. Derinlikten, duruluktan ve sadelikten uzağız.

Eskiden insanlar sohbeti sadece eğlenmek için değil, düşünmek için de yapardı. Fikirler doğar, şekillenir, bazen çarpışır ama sonunda bir olgunluk çıkardı ortaya. Şimdi ekran başında konuşan konuşuyor, dinleyen sadece izliyor. Ama konuşmanın içi boş, dinlemenin amacı yok. Herkes konuşuyor ama kimse anlaşılmak istemiyor, çünkü anlamak da istemiyor. Sadece haklı çıkmak istiyor. Düşüncesini karşı tarafa zorla kabul ettirmek istiyor.

Oysa insana lazım olan şeylerden biri de “anlamaya çalışmak.” İşte gerçek sohbet burada başlıyor. Dinleyenin gerçekten dinlediği, konuşanın gerçekten anlattığı bir ortamda...

O gün yaşadığımız o 3 saatlik sohbet ortamı bana çok şey hatırlattı. Öncelikle kendimi... Sonra özlediğim insan ilişkilerini... Ve en önemlisi, kaybettiğimiz ama yeniden kurabileceğimiz bir iklimi.

Sohbet etmek için büyük hazırlıklara gerek yok. Bir dost daveti, bir sıcak çay, biraz vakit ve bolca samimiyet yeterli. Kalabalık olsun şart değil. Ama kalabalıksa da korkmamak gerek. İnsan, başkasıyla aynı fikirde olmak zorunda değil. Fakat onu dinlemek, anlamaya çalışmak, nezaketle karşılık vermek zorunda. İşte bu kültürü yeniden kurarsak hem toplum olarak hem kişisel olarak daha sağlıklı oluruz.

Zira insan sadece yemekle değil, muhabbetle de yaşar.

Gelin bu yazıyı bir çağrı gibi okuyalım: Haydi, yeniden toplanalım. Telefonları bir kenara bırakıp göz göze bakalım. Farklı fikirlerimizi korkmadan konuşalım. Farklı yaşlardan, farklı geçmişlerden insanların bir araya geldiği sofralar, masalar kuralım. Çünkü gerçek zenginlik orada gizli.

Belki kış günü sıcak bir ortamda, belki yazın kavurucu sıcaklarından uzak bir köy kahvesinde… Ama mutlaka sohbetli bir akşamı hak ediyoruz. Ruhumuz, zihnimiz, gönlümüz bunu istiyor. Biz insanız. Konuşarak büyüdük. Anlatarak iyileştik. Dinleyerek, göz göze gelerek sevdik. Ve belki de asıl kaybettiğimiz sohbet ortamını tekrar kazanabilir ve ruhumuzda güzellikleri yaşatabiliriz.