Geçtiğimiz haftalarda yaşanan bir olay, bir kez daha insanlığın vicdan terazisini tartıya çıkardı. Avrupa’dan, dünyanın dört bir yanından ve Türkiye’den vicdan sahibi insanlar; Gazze’ye insani yardım ulaştırmak, ablukayı delmek ve oradaki çocuklara, kadınlara, masum insanlara bir nefes olabilmek amacıyla küçük teknelerle Akdeniz’e açıldılar. Bu yolculuk, sadece bir deniz seferi değil, bir insanlık yürüyüşüydü.
Ancak bu hikâyenin en acı kısmı, onların yaşadıkları değil, döndükten sonra kendi insanlarımızdan gördükleri linçti. Bu konu gerçekten beni rahatsız ettiği için bu hafta yazımı bu konuya ayırmak isterdim
Yaklaşık bir ay boyunca Akdeniz sularında, dalgalarla boğuşarak ilerleyen bu küçük tekneler, sadece yardım taşımıyordu. Onlar, insanlığın onurunu, adalet duygusunu ve sessiz dünyanın vicdanını da taşıyorlardı.
Ne silahları vardı ne de askeri bir güçleri. Ellerinde sadece yürekleri, dudaklarında duaları, içlerinde ise “Gazze’ye ulaşmak” gibi saf bir niyet vardı.
Ama uluslarası sularda, İsrail güçleri tarafından durduruldular. Üç gün boyunca aç, susuz ve uykusuz bırakıldılar. Eziyet gördüler, tehdit edildiler, onurlarıyla sınandılar. O küçücük teknelerde direnişin en saf halini sergilediler.
Türkiye’nin diplomatik girişimleriyle, sonunda özgürlüklerine kavuştular. Uçak Türkiye’ye indiğinde, hepsi gözyaşları içindeydi. Kimisi sevinçten, kimisi yaşadıkları acının ağırlığından ağlıyordu. Kimi gayrimüslim aktivistler, bu süreçte gördükleri dayanışmadan etkilenip Müslüman oldu. Bu bile başlı başına, insanlık adına bir umuttu.
Aktivistler Siyasi Değil, Vicdani Bir Sefer gerçekleştirmişti. Bu gönüllülerin amacı ne siyaset yapmaktı ne de şöhret kazanmak. Onlar, vicdanlarını susturamayan insanlar olarak bir insani koridor açmak istediler. Kimi öğretmendi, kimi hemşire, kimi aktivist, kimi sadece “yüreği dayanmadığı için” o gemiye binmiş bir gençti. Hepsinin tek bir ortak yanı vardı, İnsana dokunmak.
Onları Türkiye’ye döndüklerinde büyük bir sevinçle, bir alkışla, bir dua ile bağrımıza basmamız gerekirdi. Fakat ne yazık ki bu olmadı.
Aksine, sosyal medyada, bazı televizyon programlarında, hatta köşe yazılarında bile bu insanlara yönelik bir linç kampanyası başladı. “Kahramanlık tasladılar”, “Kendilerini gündeme getirdiler”, “Reklam peşindeler” gibi haksız ithamlarla üzerlerine gidildi.
Sanki 35 gün boyunca denizde sıkıntı çeken, üç gün boyunca zalim İsrail’de savaş esiri muamelesi gören, ölümle burun buruna gelen bu insanlar değilmiş gibi…
Bir insanın, o teknelerde yaşananları sadece ekran başında izleyip sonra “Ben olsam şöyle yapardım” demesi, ne kadar kolay değil mi?
Ama o insanların yaşadığı fiziksel ve psikolojik baskıyı, o korkuyu, o çaresizliği yaşamadan yorum yapmak aslında büyük bir haksızlık.
Klavye başında, klimanın altında oturup, parmaklarını birkaç saniye klavyede gezdirerek yapılan eleştiriler, o insanların gözlerindeki ışıltıyı söndürmeye yetiyor.
Oysa onlar, dünyanın sessiz kaldığı bir zulme karşı bedenleriyle, iradeleriyle, dualarıyla ses vermiş insanlardı. Bugün ateşkes varsa o imzanın bir parçası da bu aktivistler değil mi?
Evet, belki döndüklerinde duygusal açıklamalar yaptılar, belki kelimelerini dikkatle seçemediler. Ama düşünün, 25-35 gün boyunca denizde, 3 gün boyunca tutsak kalmış, ölümle yaşam arasında gidip gelmiş bir insan, nasıl soğukkanlı konuşabilir ki?
Bunlar “olgun açıklama yapamadılar” diye eleştirilecek insanlar değil, aksine vicdanı hâlâ diri olan kahramanlardır.
Batı dünyası, genç bir kız olan Greta Thunberg’in çevre için yaptığı eylemleri yere göğe koyamıyor. Her açıklaması, her gözyaşı manşet oluyor. Peki Greta’nın bir açlık eylemi sonrası pizza ve gazlı içecekle neşe içinde fotoğrafı yok mu? Var. Ama nedense kendi insanımızı eleştirenler gretayı bu konuda eleştirmedi. Kaldı ki eleştirilmemesi lazım. Bu olayı sadece karşılaştırma olsun diye kaleme aldım. Gretayı eleştiri için değil.
Ama bizim topraklarımızda, Gazze için, insanlık için, çocuklar için yola çıkan insanlar; aynı duygularla hareket ettikleri halde, “rol yapıyorlar”, “şov yapıyorlar” diye yargılanıyor.
Ne acıdır ki, biz kendi kahramanlarımızı yaşarken değil, kaybettikten sonra seviyoruz.
Birileri ölene kadar susuyoruz, öldükten sonra “Aslında ne kadar iyi insandı” diyoruz.
Bu toplumun en büyük yaralarından biri bu: Birbirini anlamadan, dinlemeden, empati kurmadan yargılamak.
Linç etmek artık bir alışkanlık haline geldi. Birisi iyi bir şey yapmaya çalışsa “reklam yapıyor” diyoruz. Birisi kötülüğe ses çıkarsa “provokasyon yapıyor” diyoruz. Birisi mazlumu savunsa “şov peşinde” diyoruz. Birisi sessiz kalsa “korkak” diyoruz. Yani kimseye yaranamıyoruz, kimseyi de anlamaya çalışmıyoruz.
Oysa gerçek cesaret, birinin yaptığı iyiliği takdir edebilmektir. Gerçek erdem, birinin hatasını linçle değil, nezaketle düzeltebilmektir. Eleştiriyi elbette yapalım ama yıkmadan, ezmeden, linç etmeden. “Şöyle olsaydı daha iyi olurdu” diyebilmek, bir medeniyetin göstergesidir. Ama biz, en küçük bir farklılığı bile düşmanlık sebebi sayıyoruz.
Empati unuttuğumuz en büyük değer haline geldi. Bir an için o teknedekilerden biri olduğumuzu düşünelim. 25 gün boyunca bitmemsin diye azar azar su içmişiz, aç kalmışız, uykusuz kalmışız.
Sonra bir anda ülkemize dönmüşüz ve gördüğümüz ilk şey; bir teşekkür değil, bir linç kampanyası olmuş. Ve biz, Gazze’deki çocukların çektiği acıya ağlarken, kendi ülkemizdeki vicdan sahipleri taş atıyorsak, burada bir çelişki yok mu?
Empati, sadece karşımızdakinin acısını anlamak değildir; onun niyetini de okumaya çalışmaktır. Bu insanlar gösterişli pozlar vermek için değil, o çocukların elini tutabilmek için yola çıktılar. Eğer başaramadılarsa, bu onların değil, dünyanın ayıbıdır.
İnsanı Anlamak, İnsanı Yaşatmaktır. Gazze’ye ulaşamadılar belki ama onların niyeti, bu dünyadaki “insanlık meşalesini” yeniden yakmaktı. Ve o meşale, İsrail askerlerinin elinde değil, bizim kalplerimizde sönüyor. Çünkü biz, birbirimizi anlamayı bıraktık. Birbirimizi dinlemeyi, anlamayı, sevinçte ve hüzünde bir olmayı unuttuk. Her şeyden şüphe ediyor, herkese mesafeli davranıyoruz. Halbuki insanlık, “birlikte ağlayabilme” yeteneğidir.
Birini sosyal medyada linç ederek vicdanımızı rahatlatamayız. Veya daha iyi insan olmayız. Gazze için dua ederken, Gazze için yola çıkanları eleştirmek, insani bir tutarlılık değildir.
Eğer bir uyarıda bulunacaksak, bu kırmadan, dökmeden olmalı. “Senin çabanı takdir ediyorum ama şu konuda daha dikkatli olabilirdin” diyebilmek, bir olgunluk göstergesidir.
Ama ne yazık ki biz bu dili unuttuk. Yerine, “hakaret”, “alay” ve “dışlama” dilini koyduk.
Linç kültürü, toplumsal dayanışmayı yok eder. Toplumsal hafızamızı siler, bizi birbirine düşman eder. Oysa Filistin’in, Gazze’nin, mazlum coğrafyaların bizden beklediği tam da bu Birlik, dayanışma, merhametli olmamızdır.
Lütfen biraz Daha Anlayış. Bugün Gazze’de çocuklar açlıktan ölürken, biz hâlâ birbirimizi linç etmenin derdindeyiz. Bu toprakların insanı, yüreği geniş, merhameti büyük bir halktır.
Ama son yıllarda öyle bir hale geldik ki; kim doğruyu söylese susturuluyor, kim cesur davransa hedef alınıyor. Oysa bu gemiye binenler sadece birkaç insan değil, bizim içimizde hâlâ ölmemiş olan vicdanın ta kendisidir.
O yüzden diyorum ki;
Ne olur artık birbirimizi yemekten vazgeçelim. Biraz daha anlayışlı olalım. Biraz daha sessiz, biraz daha vicdanlı. Çünkü insanlık, sadece Gazze’de değil, bizim yüreklerimizde de abluka altında. Ve o ablukayı kaldırmanın tek yolu; birbirimize merhametle yaklaşmak. Kalın sağlıcakla.
Kaynak: YENİ SAKARYA GAZETESİ