Küçüktüm, ufacıktım; konuşamıyordum daha. Belki üç beş kelime… Beşikte annemim beni bir ninniyle uyuttuğunu hatırlıyorum: ‘Şu cennetin ırmakları / Akar Allah deyu deyu / Çıkmış İslam bülbülleri / Öter Allah deyu deyu.’
Küçüktüm, ufacıktım; biraz büyüdüm. Artık dört beş yaşlarındaydım. Benden on yaş büyük ablam, ki aslında halam da bana hep abla dedirttiler, akranlarıyla birlikte hatim indirmişti. Hiç unutmam; hatim indiren sekiz on kız çocuğu, biz tıfıllar da arkalarında, köyümüzün sokaklarında ilahi söyleye söyleye dolaşırlar, aralarından birisinin evine gelindiğinde, kapı önünde durulur; evin hanımı hepimize, galiba içine kırmızı boya katılan, buz gibi nefis şerbet ikram eder, ablalarımız dillerinde şu ilahi, yürümeye devam ederlerdi: ‘Salınır tuba dalları / Kur’an okur hem dilleri / Cennet bağının gülleri / Kokar Allah deyu deyu.’
Küçüktüm, ufacıktım; biraz daha büyüdüm. İlkokul öğrencisiydim artık. İlkokul ikinci sınıf okuma kitabımızda içimi serinleten, gönlüme kazınan bir şiir gördüm: ‘Hakk’a aşık olan kişi / Akar gözlerinin yaşı / Pür nur olur içi dışı / Söyler Allah deyu deyu.’
Biraz daha büyüdüm üniversiteli oldum. Endüstri mühendisliği okuyordum üstelik. Bölümümüzde biri Konyalı, Sami Güçlü, şimdi profesör, bir ara Tarım bakanı, biri Kayserili Abdullah Gül, şimdi doçent, hâlen 11.Cumhurbaşkanımız, biri Trabzonlu, Yılmaz Güney, şair, meslek yüksek okulu müdürü, bir diğeri Maraşlı, Osman Sarı, şair, asistanlarımız vardı. Bizleri kendi kardeşlerinden ayrı görmeyen, bilmeyen. Abdullah Ağbi’den işitmiş olmalıyım, belki de Sami Ağbi’den: ‘Gelin tanış olalım / İşi kolay kılalım / Sevelim sevilelim / Dünya kimseye kalmaz’. Ta yüreklerimiz, hücrelerimize, atomlarımıza işleyen bir şiirdi bu. Aman Allah’ım; kim söylüyordu bunları?
Yunus diye biri. Derviş Yunus, Âşık Yunus.
Ne zaman söylemiş; yedi asır önce…
Halbuki ‘dün’ kadar eski, bugün gibi ‘yeni’ değil miydi; taze, canlı, sıcak değil miydi söyledikleri?
İçimize işliyordu; ta yüreğimizin derinliklerine, iliklerimize, ruhumuza.
O evimizin, sokağımızın, mahallemizin, şehrimizin, bütün bir Anadolu’nun, bütün bir Rumeli’nin ozanıydı; diliydi, diniydi, gönlüydü.
O ‘Bizim Yunus’tu; Ali’den, Mehmet’ten, Mustafa’dan, Ahmet’ten, Ömer’den, ki üçü efendimizin, ikisi de halifelerin ismi, sonra Anadolu coğrafyasında en çok koyulan isimdi onun adı: En çok sevilen.
Zira ‘biz’di, ‘bizim’di, ‘bizden’di.
‘İçinden’ geleni söylediği için ‘içimizde yer’ ediyordu, ‘gönülden’ söylediği için gönüllerimizde’ydi her daim.
Bir kez daha, bin kez daha anladım ki; Yunus Emre ‘insan’dı; haza insan, saf, safi, soft insan.
Yunus Emre huzurdu; Yunus Emre gönüldü; Yunus Emre sevgiydi.
Yunus Emre aşktı, aşıktı, maşuktu.
Yunus denlince benim aklıma ‘hiç’ geliyordu ‘hiç’; en güzelinden, en koyusundan, en latifinden bir ‘hiç’…
Anadolu Coğrafyasında Kur’an’dan sonra en çok ezberlenen, en çok tekrarlanan, en çok sevilen onun şiirleri, onun sözleri, onun öğretisi.
En entelektüelinden okumamışına, profesörden okuma yazma bil(e)meyene dek, herkesin ‘ortak bilgesi’ydi o; sevdiği, bildiği, duyduğu.
O ‘hiçlikteki dev’di; ‘yok’ oldukça daha çok ‘var’ olan.
Ve onu en iyi, en güzel, en çok anlatan dörtlük; dünya var oldukça var olacak dizeleri:
‘Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım,
Sevelim sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz’