Bu ismi eserlerinde mahlas olarak kullanırdı. Esas adı Hüseyin Adnan Şengörür idi.

             Uzunca bir süreden beri kendisini yakından tanıyordum.

                Pazarertesi ve Cuma akşamları,  Pazargeçiti sokak üzerindeki mütevazı yerde, Cumartesi akşamları da Zafer Kültür Merkezinde, tevazulu ve sıcak insanların olduğu bir ortamda sohbetleri olurdu. Issız olan Pazargeçiti sokak, O’nun sohbetleri ve dinleyenleri ile aydınlanır, canlanır, güzelleşirdi.

              Kent dışında olmadığım zaman veya çok mühim  başka bir işim yoksa, muhakkak sohbetlerine katılır, istifade ederdim.

              Bir kez de “Cumaertesi Düşünce Gurubu” kahvaltımıza götürmüş, orada da sohbetini dinlemiştik.

              Manen rahatladığımız, dünya meşgalesinden sıyrıldığımız zamanlar, onunla beraber olduğumuz ders halkaları idi. Ruhumuz daraldığında sığınacağımız bir liman idi.

              İman hakikatleri üzerinde her daim durur,  Kâinat Ayetlerini iyi okur,  Yaratıcıyı, kâinatı ve tabiatı iyi analiz eder, ölümü ve ebedi hayatı anlatır,  “ ölümün son olmadığını,” gerçek hayatın ondan sonra başladığını çokça ifade eder, ölümü sevdirirdi.

              İnsanoğlunun farkında olmadığı, rutinleşmesi ve bedelsiz kullanımımıza verilmesi nedeniyle çoğu zaman unuttuğumuz nimetleri hatırlatır, şükür üzerinde çok dururdu.

              Ecdadımıza  yaşı sorulduğunda, Hz. Peygamberimizin vefat yaşı olan 63’ü kastederek, “haddi aştık” dediklerini  çok sık tekrarlar, daha fazlasını “uzatmalar” olarak niteler, ömrün kısalığından, 50-60 seneden  ve  bu dünyanın geçiciliğinden, gurbet hayatı olmasından, esas hayatın “ebedi âlem” olduğundan  çok sık söz ederdi.

              Öyle de oldu ve “haddi” fazla aşmadan, ebedi yurduna terhis oldu.

              Sohbetinde olduğumuz bir ki saat, malayaniden uzak, uyaran, düşündüren, hatırlatan, şükreden, iman ve inanç  yenileyen saatler olurdu.

             Unuttuklarımızı hatırlatır, bilmediklerimizi öğretir, paslanın kalbimizi ve beynimizi  arındırır, eksik olmayan mütevazı ikram ile tatlı bir akşam geçirmemize vesile olurdu.

              Bana “Osman abi” diye hitap ederdi. Ben de onu benden  küçük bilirdim.

              Meğer benden büyükmüş. Mütevazılıkten, belki sakalımızdan, belki ondan daha yaşlı görünmemizden, belki de herkese gösterdiği saygı ve nezaketten  dolayı bu hitabı kullanırdı.

             Bende ona “Hüseyin abi” derdim. İlmine, kalemine,  amel  ve takvasına hürmeten.

             Geçmişte, M. Paşa Anadolu L. de Aile B. hizmetkâr başı olduğum zamanda, kitaplarına imza günü düzenlemiş ve lise talebelerine de sohbet yaptırmıştık.

              Gençlerle kolay iletişim kuruyor, onları seviyor, aralarına giriyor, kucaklıyor ve kendini sevdiriyordu.

              Genç olmamama rağmen, OSM’ deki “Gençlerle Başbaşa” söyleşilerine de zaman zaman katılır, istifade ederdim.

              Risale-i Nur’u, asrın idrakine anlatma da ve güncelleme de mahir idi.

              Bir satır okur, yarım saat onun üzerinde konuşur, o pencereden günümüze ve dünyaya açılırdı.

              Grup ve cemaat taassubuna mümkün olduğunca girmez, “ millet ve ümmet” üzerinden yol almaya çalışır, bu yolda çalışanlara, ayrım yapmaksızın dua eder, duaya çok ehemmiyet verirdi.

              Öyle de olmalıydı. İslami tüm faaliyetler, partiler, hizipler, fırkalar, cemiyet ve cemaatler üstü olmalı, gökkubbe kadar geniş İslam şemsiyesi, beşeri küçük şemsiyeler altına sığmaz ve sokulmamalıdır. Bu İslam’a en büyük zarar, en büyük ihanettir. İslam’ın,  ilahi bir nizam olduğu bilinmeli, beşeri hiçbir sistem ile karıştırılmamalı, beşeri sistemlere  yama ve payanda edilmemeli,“Müminler kardeştir” temeli üzerinde yürünmelidir.

               Öyle olduğu için, ben oradaydım.

               Hayatım boyunca hiçbir gurup, hizip, cemaat, tarikat, mezhep ve meşrep fanatiği olmamış, hepsinin doğrularından yararlanır, yanlışlarından uzak durur, tenkit etmeyi de ihmal etmezdim. Hepsinden ilmen ve manen istifadem oldu.

               Hüseyin abiden de çok istifadelerimiz oldu. Birçok  arkadaşımızı da, bir kez dahi olsa  sohbetine götürür, tanımalarına  ve istifade etmelerine çalışırdım.

               Her derste, manen bir yıkanma ve arınma sağlıyordu.

              Derse gelenlerin azlığına ve çokluğuna bakmaz, on kişi olsa bile, aynı iştiyakla dersini anlatır, sohbetini yapardı. Yorulmaz, üşenmez, bıkmaz, usanmazdı.

              Bu yönüne hususen gıpta ediyordum.

             Benim yapamayacağımı yapıyor, gösteremeyeceğim sabrı gösterirdi.

             Son yıllarda TRT de Ramazan aylarında sohbetler yapmış, Türkiye’ye mal olmuştu.

             Sık sık Anadolu’dan davetler alır, yılmadan, usanmadan gider, konferanslar verirdi.

             Çağrıldığı her yere koşar, vazife bilir, üşenmeden giderdi.

             Sakarya ve ülkemiz için bir değer, bir irşat yıldızı idi. Yeri kolay doldurulamayacak bir münevver, o bir edip, kâinat ve tabiat düşünürü, “Zafer” dergisinin, yaklaşık 40 yıllık mimarı, emektarı idi. Suat ve Cihat kardeşlerimiz de hep yanında, yakınında idi.

             Bir hayli kitap yazmış, bu ülkeye eser bırakmış, dünya imtihanını geçmek için çabalamıştı.

             13 Eylül günü, çoğunlukla namaz kıldığı Orhangazi camiinden, dönüşü olmayan son seferine uğurladık. Dünyada kullandığı beden elbisesini,  Emirdağ kabristanlığına hüzünle bırakarak.  O’nu unutmayacağız. 

             Terhisi hayırlı, ebedi âleme yolculuğu kolay ve nurlu olsun.

            O da bir beşer ve insan idi. Her insan gibi onunda eksikleri, hataları, kusurları mutlaka olacaktır,  olmuştur. Allah taksiratını affetsin. Rahmet,  merhamet ve mağfiretiyle muamele etsin. Ebedi yurdu cennet olsun inşallah.

           Her fani gibi o da  gitti, bizi bekleyecek.

           Mevla bize de “sırat-ı müstakim” üzere bir hayat, dosdoğru, adil ve adaletli bir ömür, onun gibi  kolay ölümler, hesap verilebilir bir yaşam nasip eylesin. Amin.