“İMAM-I AZAM EBU HANİFE’NİN GÖRÜŞÜ IŞIĞINDA DİYANET’İN EKONOMİK ANLAMI: NAMAZ KILDIRMAK ÜCRETLE OLUR MU?
İmam-ı Azam Ebu Hanife, İslam düşüncesinde yalnızca bir fıkıh ekolünün kurucusu değil; aynı zamanda ahlakın, özgürlüğün ve adaletin simgesidir.
Onun “Namaz kıldırdığı için para almak helal değildir” sözü, yalnızca bir fetva değil, dinin ticarete alet edilmesine karşı bir ahlaki duruştur.
Bu ilke, ibadetin maddi çıkarla kirlenmemesi gerektiği fikrine dayanır. Çünkü Ebu Hanife’ye göre din, insanın Allah’la doğrudan ve aracı olmadan kurduğu bir bağdır. O bağın safiyeti, ücretle ölçülemez.
Bugün, Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük bütçelerinden birine sahip olan Diyanet İşleri Başkanlığı, birçok bakanlığın bütçesini aşan bir ekonomik güce ulaşmıştır.
2025 yılı itibarıyla Diyanet’in bütçesi, örneğin Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’ndan, hatta bazı yıllarda İçişleri Bakanlığı’ndan bile fazla olmuştur.
Ancak bu devasa bütçenin en büyük kısmı, imamların maaşlarına ayrılmaktadır.
Diyanet’in temel işlevlerinden biri “din hizmeti” sunmak olarak tanımlanmıştır, fakat bu hizmetin büyük bir bölümü fiilen “namaz kıldırmak”tan ibaret hale gelmiştir.
Dinin Hizmete, Hizmetin Ücrete Dönüşmesi
Ebu Hanife’nin zamanında da benzer bir sorun vardı: dini görevlilerin, imamların veya müezzinlerin, ibadet karşılığında ücret alması. Hanefi mezhebinin kurucusu olan bu büyük alim, “Allah için yapılan işin karşılığı Allah’tandır” der.
Ona göre, dinî ibadetler “emek piyasasında” değil, “maneviyat alanında” değerlendirilmelidir. Zira namaz kıldırmak, bir vatandaşın devlet memuru olarak yerine getirdiği görev değil; müminin Allah’a karşı borcudur. Bir insanın bu borcu yerine getirmesi için diğerinden para alması, Ebu Hanife’ye göre, ibadeti dünyevileştirmek ve kutsalın anlamını zedelemektir.
Günümüzde ise Diyanet’in imamları devlet memurudur. Her biri maaşlıdır; görev tanımları arasında “namaz kıldırmak”, “hutbe okumak”, “cenaze yönetmek” gibi ibadetlerin birer iş kalemi olarak yer alır. Böylece dini hizmet, ücretli bir kamu hizmetine dönüşmüştür. Bu durumun teolojik çelişkisi açıktır:
Eğer namaz Allah içinse, ücret kimin içindir?
Bütçenin Büyüklüğü, Ruhun Küçülmesi
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2025 yılı bütçesi yaklaşık 91 milyar lira civarındadır.
Bu devasa kaynakla yapılan işlerin en az yarısı, maaş ödemeleri ve lojistik giderlere gitmektedir.
Oysa Ebu Hanife’nin döneminde dinin devletle değil, vicdanla ilişkili olması gerektiği vurgulanırdı. İmam-ı Azam’ın kendisi, halife Ebu Cafer el-Mansur’un teklif ettiği kadılık görevini “dinimi dünya menfaatine alet etmem” diyerek reddetmiştir. “Bugün bu duruşa en çok ihtiyaç duyduğumuz zamandayız.”
Modern Türkiye’de Diyanet’in devasa bütçesi, yoksul bir işçinin, öğrencinin, emeklinin vergisinden oluşur. Bu vergiyle ödenen maaşlar, halkın dini duygusunun devlet eliyle kurumsallaştırıldığı bir sistemin göstergesidir. Böyle bir sistemde din, artık Allah ile kul arasındaki mahrem bir bağ olmaktan çıkar, devletin organize ettiği bir “hizmet sektörü” haline gelir. Bu noktada Ebu Hanife’nin sözü bir tokat gibi çarpar:
“Namaz kıldırdığı için para almak helal değildir.”
Bu yalnızca bir ahkam değil, bir uyarıdır: Dini, dünyevileştirme. Allah’a yönelişi, bordroya bağlama.
İmamın Rolü: Hizmet mi, Görev mi?
Elbette burada imamlara yüklenmek kolaycılık olur. Onlar da sistemin birer dişlisi haline getirilmiştir. Ancak asıl mesele, sistemi sorgulamaktır. Diyanet’in asli görevi insanları Allah’a yaklaştırmak değil midir? O hâlde neden insanları Allah’a değil, kurumsal bir otoriteye bağlayan bir yapıya dönüştü? Neden Ebu Hanife’nin “bağımsız din bilgini” anlayışı yerini “devlet memuru din görevlisi” anlayışına bıraktı?
Sonuç: Diyanet’in Vicdan Muhasebesi
Bugün Ebu Hanife yaşasaydı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu dev bütçesini gördüğünde şunu söylerdi: “Din, devletin memuru olamaz; çünkü Allah’ın huzuruna kimse maaşla çıkmaz.”
Namazı ücretli hale getirmek, ibadeti ticarileştirmenin ilk adımıdır. Diyanet, bu bütçenin bir kısmını imam maaşlarına değil; ilim, ahlak, adalet ve tefekkür alanına ayırmalıydı. Çünkü dinin kalıcılığı camilerin çokluğuyla değil, gönüllerin aydınlığıyla ölçülür.
Gerçek manada bir “din hizmeti” ancak gönüllülükle, samimiyetle ve dünyalık beklentiden uzak şekilde yapılır. Ebu Hanife’nin çizdiği yol budur: “İbadet, bir meslek değil; bir teslimiyettir.” Bu anlayış, hem Diyanet’in hem toplumun vicdanını yeniden inşa edebilecek tek yoldur.”
Gökhan Dihkan’a ait bu makaleye gelen tenkite verdiği cevap ta, meselenin daha iyi anlaşılmasına vesile olduğu için, onu da bu makaleye biraz kısaltarak ilave ettik.
Bakınız gelen tenkite nasıl cevap vermiş:
“Eleştirinizin hakkını teslim ediyorum; zira düşünce hayatı, karşıt fikirlerle nefes alır. Ancak “saçmalamak” ithamınızı katiyen kabul etmiyorum; çünkü ben bir inancı değil, bir çelişkiyi eleştiriyorum. O da şudur: dini vecibelerin, devlet eliyle maaş karşılığı yerine getirilmesi.
İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin “Namaz kıldırdığı için para almak helal değildir” sözü, sadece tarihsel bir bağlamda değil, bir ahlak ölçüsü olarak okunmalıdır. O sözün özü, “ibadetin karşılığı dünyadan değil, Allah’tandır” ilkesidir. Elbette o dönemle bugün arasında toplumsal farklar büyük. Fakat mesele zamana değil, ilkeye dairdir. İlke değiştiğinde, din anlamını kaybeder.
Bugün Diyanet’in milyarlarca liralık bütçesiyle maaş ödediği imamlar, elbette birey olarak suçlanamazlar. Onlar sistemin birer parçasıdır. Ancak sistemin kendisi artık dine hizmet eden bir yapı değil, dini yöneten bir bürokrasi haline gelmiştir. İmam, artık cemaatin içinden çıkmış bir manevi rehber değil; devlet memurudur. Kadrosu vardır, amiri vardır, performans ölçütü vardır. Hatta zaman zaman “camiyi geç açtı”, hutbeyi yanlış okudu”, “izin gününde görev yerine gitmedi” diye soruşturma geçiren bir kamu personelidir.
İşte benim itirazım burada başlıyor. Çünkü bu, dini yaşatmak değil, onu idare etmektir. Ve bu farkı görmezsek, Ebu Hanife’nin sözü sadece eski bir fetva olarak kalır.
Siz diyorsunuz ki: “Bugün bir camide size görev verilse, siz ücret almadan o görevi yürütür müsünüz?”
Evet, yürütürüm. Çünkü namaz kıldırmak, maaşla değil, imanla yapılması gereken bir iştir. Lakin esas sorun bu değil. Esas sorun şu: Laik Cumhuriyet’in oluşturduğu vatandaş tipi, artık kendi içinden gönüllü olarak bir din görevlisi çıkarabilecek seviyede dini ehliyetten yoksun hale gelmiştir. Yani toplumun içinde, bilgi, kıraat, tecvid, ahlak ve hitabet sahibi bir mümin bulmak zorlaştığı için devlet bu görevi memurlara devretmek zorunda kalmıştır. Bu da laik sistemin kendi içinde yarattığı ironidir:
Devlet, dini kontrol altına almak için kurduğu kurumu, zamanla dini tek temsil eden merci haline getirmiştir. Diyanet’in açıklaması, klasik fıkıh kaynaklarına dayanarak “zaruret” hükmü üzerinden meseleyi caiz sayıyor. Doğrudur, İbn Nüceym, İbn Âbidîn gibi alimler, imam ve müezzinliğe maaş verilmesini “vazifelerin sahipsiz kalmaması” gerekçesiyle zaruri görmüşlerdir. Fakat bu zaruret, ahlaki bir kemal değil, bir eksiklik itirafıdır. Bir toplumun ibadetini yürütmek için insanına maaş vermesi gerekiyorsa, orada dinin ruhu değil, idaresi vardır.
Ebu Hanife’nin reddettiği tam da buydu: dinin iktidar eliyle kurumsallaşması, ibadetin dünyevileşmesi, yani “kutsalın maaşa bağlanması.” O yüzden halifenin teklif ettiği kadılığı da, maaşlı dini görevleri de reddetmiştir. “Ben dinimi sultanların sofrasına koymam” derken, bir çağrı yapıyordu aslında: din, ne para ne de güç için kullanılmalıdır.
Bugün Diyanet, birçok bakanlıktan daha fazla bütçeye sahip. Ama bu devasa bütçeyle İslam’ın ilim, ahlak ve adalet ilkelerini ne kadar güçlendirdiğini kim samimiyetle söyleyebilir?
Cami sayısı arttı, hutbeler çoğaldı, ama inanç ile ahlak arasındaki bağ güçlendi mi?
Yoksa din, bir protokol dili, bir kurum formu, bir kamu görevi haline mi geldi?
Benim derdim kişisel değil, yapısaldır. Din, bir bordro meselesi haline geldiğinde toplum vicdanı kurumaya başlar. Diyanet’in bugünkü yapısı, belki düzeni koruyor, ama ruhu yaşatmıyor. Çünkü ruh, emirle değil, imanla çalışır.
Bu nedenle yazdıklarım saçmalamak değil, tam tersine, dinin özüne dönme çağrısıdır.
İmam-ı Azam’ın sözünü bugüne taşımak, geçmişe saplanmak değil; dini çıkar, güç ve memuriyet bağından kurtarmanın gereğidir.
İbadet bir görev değil, bir teslimiyettir. Ve teslimiyet, maaşla değil, imanla olur. Bilmem derdimi anlatabildim mi?!”
Kaynak: YENİ SAKARYA GAZETESİ