İslam tarihi demek daima galip gelmek değildir. Bu öyle şanlı bir tarih ki peygamberlerin dahi şehit edildiği imtihan yolculuğudur. Şehadet mağlup olmak değildir. İki güzellikten en imrenilenidir. Özel ve genel imtihan kendi içinde birçok sır ve hakikatleri barındırmaktadır. Böyle zamanlarda doğru düşünmek ve istikamette sabretmek büyük azm isteyen amellerdendir. Yaşadığım mevcut durumda üç husus vardır. Kendi şahsiyetimizin dini durumu, yaşadığımız devlet ve toplumun din hissiyatı ve son olarak müminlerin yeryüzünde ki halleridir. Bu üç durumda başarı yoksa yıkım kaçınılmaz olur. İslam tarihini üç yönden incelemelidir. Hz Adem’le başlayan ve Hz Muhammed’le şahlanan ve son olarak Osmanlı ile uzun bir yol alan ve son asra dinin toplum hayatından uzaklaştırıldığı ve çeşitli yasaklarla örülü bir çember içinde girdiğimiz halimizdir.

Her dönemin acı ve tatlı hatıraları vardır. Osmanlı dönemi alimleri, halkı, askerleri ve sivilleriyle cumhuriyet dönemine girilmiştir. Hala içimizde Osmanlı döneminde doğan insanlarımız vardır. O günün olay ve tartışmalarına girmeyeceğim ancak Osmanlı döneminde doğup, cumhuriyet döneminde yaşayan bazı alimlerle ilgili bir tespitimi yazmak istiyorum.

Cumhuriyet kurulunca Osmanlıdan intikal eden alimlerimizin durumu neydi?

1-      Cumhuriyet dönemini protesto edip ülkeden ayrılanlar ve dönmeyenler. Şeyhu’l İslam Mustafa Sabri Efendi.  (1869-1954)

2-      İdam edilen, İskilipli Mehmed atıf efendi (1875-1926)

3-      Yurt dışına çıkıp geri dönenler. Mehmet Akif Ersoy (1873-1936)

4-      Yurt içinde olup tam muhalif olanlar Saidi Nursi (1878-1960), Ahıskalı Ali Haydar Efendi 1866-1960, Esat Erbili (1847-1931)

5-      İdamla yarılanıp sonrasında yalnız ve sessiz essiz kalanlar Elmalılı Hamdi gibi olanlar. (1878-1942) Yıllarca evinden hiç çıkmadan yaşamını sürdürdü.

6-      Muhalif damarı olsa da sistem içinde çalışanlar. Ömer Nasuhi Bilmen (1883-1971) ve Ahmet H Akseki (1887-1951). Bunun tipik bir örneğini Necip Fazıl Kısakürek’le yaşadıkları bir diyalogda görebiliriz:

 “Hocam dedim ona, günün şartlarına göre, siz bu makamda oturacağınıza  Sırtınızda bir küfe, kanalizasyon temizleyiciliği yapsanız ve necaset taşısanız daha hafif olmaz mı? Yüzü kireç kesildi. O kadar ki, arkasındaki kireç rengi duvardan çehresini ayırt edemedim. ‘Hakkın var Necip Fazıl’ dedi; ‘fakat ben bu makama, daha fazla kötülüğe mani olmak için katlanıyorum”

“O bir fail değil, münfaildir. Sam yelinin yakıp kavurduğu bir yaprağı elinize aldığınız zaman nasıl onda zehirli rüzgâra ve yaprağa ait bütün tesir ve teessürleri renk renk ve çizgi çizgi okursanız, Aksekili Ahmet Hamdi Hocada da malum rejimlerin Diyanet temsilciliğine katlanmış mümin bir insan görürsünüz. Demek ki o, Diyanet İşlerinin alakalısı bulunduğu süre içinde, müspet eser vermek ve müessir olmak yerine ancak menfi esere mukavemet etmenin ve müteessir olmanın akıbetini temsil edebilmiştir. Bu da malum rejimlerde Diyanet İşleri Reisliğini kabul edenlerin varabileceği son korunma noktasıdır.”

 “Diyanet İşleri Reisi’nin Ankara’da Hacıbayram Camii’nde verdiği hutbede kendisine ve Müslümanlara ait olmayan yeni yılı tebrik etmesini beğenmedik (Hıristiyani tavır). Diyanet İşleri’nin ‘İslam akıl dinidir, ilim dinidir, ahlak dinidir’ tarzında, İslam dini gibi topyekûn hakikat ve külli tebaiyet merkezini, kendisince kıymet verdiği mefhumlara tabi kılarcasına fikir yürütmesini beğenmedik (her şeyi akla bağlayan tavır). Diyanet İşleri Reisi’nin yalnız çenesinde bırakıp üst tarafını kestiği Üçüncü Napolyonvari sakalını beğenmiyorum (Şeriata zıt tavır). Seleflerine nazaran gerçek ve halis bir mümin bildiğimiz Diyanet İşleri Reisi de kendini muhasebeye çeksin.

1925 yılında “irtica” tehdidini bertaraf etmek ve rejime karşı her türlü muhalefeti ortadan kaldırmak üzere çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’nu uygulamak üzere kurulan İstiklal Mahkemelerinde yargılananlar arasında Ahmet Hamdi Akseki de vardır. “Tarikat-ı salahiye” üyesi olmakla suçlanan Akseki’nin beraatına karar veren hâkim, kararını şu sözlerle açıklamıştır:1 “Heyet-i hâkime sizden memleketin istifade edeceğine kanidir. Şu şartla ki, inkılâbın bugünkü esaslarına en ufak bir uygunsuzluk yapmamalısınız. Mevkiiniz ve gençliğiniz itibariyle bilhassa Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulünden sonra daha vatani hizmetlerde bulunabilirdiniz ve bulunabilirsiniz. Bu itibarla beraatınıza karar verildi.

Akseki ise, “yeni rejimle bir şekilde uzlaşarak İslam’a hizmet etmekte/İslam’a karşı olanlarla mücadeleye devam” edenlerin en önemli temsilcilerinden birisi olmuştur.

Osman Yüksel Serdengeçti de 1950 yılında hacca gitmek için hazırlanan Akseki’nin -Millî Şef’in seçim yılı olması dolayısıyla haccını tehir etmesi isteği üzerine vazgeçmesini ve tam da o günlerde emrine resmî bir makam arabası tahsis edilmesini, “Allah’ın emri mi mühim, İnönü’nünki mi? Allah ‘gel’ diyor, İnönü ‘gitme’ diyor. Siz hangisine uyacaksınız? Hem de Azrail’le anlaşmanız mı var ki, seneye gideceğinizi söylüyorsunuz? Hoca Efendi sırat köprüsünü sana verilen bu makam arabasıyla mı geçeceksin? Bırak bunlara uymayı!” diye eleştirmiştir. 

7-      Bir de sisteme entegre olup destek verenler var. Rifat börekçi  (1860-1941), Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Diyanet İşleri başkanı. Göreve geldikten kısa bir süre sonra Hilâfet, Mecelle ve Kanun-ı Medeni hakkında müspet görüş beyan etmiş, yeni kullanılacak serpuşlar hakkında fetva vermişti. Öyle ki, devletin isteği üzerine camilerde tayyare piyangosuna katılmanın caiz olduğunu bildiren el ilanlarının dağıtılmasında bir mahzur görmemişti. 

Şemsettin Günaltay (1883-1961), Ali himmet berki (1882-1976) , Ebül‘ulâ mardin (1881-1957), Şerafettin Yaltkaya    vd. Türkiye Cumhuriyeti'nin 2. Diyanet İşleri başkanıdır. Ş. Yaltkaya (1880-1947), 1932’de kararlı bir siyasî hareket şeklinde yeniden ortaya çıkan Türkçe ibadet tartışmalarında yumuşak ve esas itibariyle uyumlu bir tavır takınmış, bu meyanda kırk altı sûrenin Türkçe tercümesini yapmış, ayrıca 1934 yılında Yusuf Hikmet Bayur imzasıyla kendisine ve İsmail Hakkı İzmirli’ye yapılan başvuru üzerine Kur’an’ın Türkçe tercümesinin namazda okunabileceğine dair bir metin kaleme almıştır. Kendisini yakından tanıyan Hilmi Ziya Ülken’in onu “sarıklı bir Türkçü, uyanık ve milliyetçi bir bilgin” diye nitelemesi bu çabalarıyla ilgili olmalıdır.

Şimdi ise din âlimleri denen kişiler daha da farklılıklar ve ilkesizlik içindedirler.

8-      Evet, Milli Mücadeleye destek veren din alimleri vardır sonra bunlar ne oldu ve bunların verdiği dini destek karşılığını nasıl buldu, bu konu üzerinde araştırmalar yapılması gerekir.

            Siyasetin birçok zamanda ulema ile imtihanı olmuştur. Kuruluş döneminde ise kıyafetinden, medresesine ve görevinden ilmine kadar niceleri sıkıntı, darlık ve can korkusu yaşamıştır.

Zamanın insanları kimi zaman İslamcılık, islahatçılık, türkçülük ve modernizm arasında gidip gelmişlerdir. Ulemasını kaybeden toplum manen harap olmuştur.

Bir dönem Atatürk’ün iktisat müşavirliğini yürüten Ahmet Hamdi Başar, bu sürecin arka planındaki fikriyatı şöyle anlatacaktır: “Bizde dini cemiyetin dışına atmak değil, bilakis inkılâbın emrine vererek yaşatmak lazımdır. Camileri yıkıp, terk edip onların yerine halkevleri yapmak suretiyle maksadımızda asla muvaffak olamayacağız. Her zaman camide toplanan halka oradan sesimizi duyurmak; oraları modern halkevleri yerine koymak; din sınıfını ortadan kaldırmak; herkesi din ve dünya namına konuşturmak mümkündür”