Alman şair Rainer Maria Rilke, bir günce niteliği taşıyan Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda, en çok ölüm, var oluş, yalnızlık, çocukluk, korku ve Tanrı kavramları üzerinde durur.  Bununla birlikte, şair dönüp dönüp yorumlar yaptığı bu kavramların yanı sıra özellikle notların son kısımlarında sevmek, sevilmek, aşk uğruna acı çekmek, kavuşmak, kavuşamamak, aşkın geçiciliği ve devamı gibi konularda kimi zaman kutsal kitaplardaki kıssalardan da yararlanarak fikirlerini ortaya koymuştur.

Peki, bu koca şair, söz konusu fikirler neticesinde nereye varıyor? Bugün kullana kullana adını aşındırdığımız “aşk”ı, sevme edimini nasıl anlamlandırıyor? Biraz bunlar üzerinde duracağım.

Notların 82. sayfasında, yani kitabın hemen hemen ortalarında ilk kez, Rilke’nin aşkla ilgili görüşlerini öğrenme fırsatı buluyoruz. Burada şair, erkek cinsine yönelik bir özeleştiriden yola çıkarak aşkın basitleştirilmesi, gelip geçici bir heves, bir eğlence aracı haline getirilmesine şu sözlerle tepki gösterir:

“Ama bugün bunca şey değişip dururken kendimizi değiştirmek, biz erkeklerin de görevi değil mi? Bir parça gelişmeyi, aşktaki çalışma payımızı zamanla ve yavaşça üzerimize almayı deneyemez miyiz? Aşkın bütün zahmetinden bizi azat ettiler ve böylece aşk, eğlencelerimiz arasına düştü; nasıl ki bir çocuğun oyuncak dolabına bazen, iyi cinsten bir tentene parçası düşer, çocuğu sevindirir, sonra sevindirmez olur ve sonunda o kırık, o parça parça eşyalar arasında, bütün hepsinden daha kötü, kalakalır. Biz bütün amatörler gibi kolay hazlarla bozulduk ve usta diye geçiniyoruz. Başarılarımızı hor görsek, hep kendi hesabımıza başkalarına gördüğümüz aşk işini öğrenmeye ta başından başlasak nasıl olur? Madem bunca şey değişiyor, gitsek de bir yeni başlayan gibi başlasak?”

Bu cümlelerle, aşk adı altında düzeysizleşen, bayağılaştırılan kadın erkek ilişkilerine bir itirazı dile getiriyor Rilke. Bunu yaparken de en çok erkek tarafının yapması gerekenler üzerinde duruyor. Aşkı dönüştürecek, tekrar o eski soylu kimliğine kavuşturacak olan erkeklerdir bir bakıma. Bir zamanlar nasıl bozdularsa şimdi de öyle düzeltmelidirler.

Romanın geçtiği mekânın, yani Paris şehrinin, Rilke’nin düşünceleri üzerindeki etkisini fark etmemek mümkün değildir. Ercan Yılmaz, Malte Laurids Brigge’nin notlarını, Baudelaire’in ünlü eserine atıfla “Rilke’nin Paris Sıkıntısı” olarak nitelemiştir. Ben, bunu daha da genişleterek bir “yaşamak sıkıntısı” ya da “yaşamak azabı” olarak değerlendirmeyi uygun buluyorum. Edebiyatımızda, Rilke’nin bu kitabını çeviren Behçet Necatigil’in “Yel Değirmenleri” şiirinde “Yaşamak azaptır çok zaman” dizesiyle dile getirdiği ve daha öncesinde Akif Paşa’da “diltengî-i hestî” terkibiyle rastladığımız bu baş edilmez sıkıntı, Rilke’nin eserinde bütün şiddetiyle karşımıza çıkar. Öyle ki, çocukluğunun hem avuntu hem acı veren bitmez tükenmez anıları, yalnızlık, insanların sefaleti ve çaresizliği şairi her yandan kuşatır ve onun azabını artırır.

Rilke, bu azabı geçici olana değil, sürekli ve “aşkın” (“müteal”) olana yani Tanrı’ya ulaşmaya çalışarak yenmeyi dener. Peki, Tanrı’ya nasıl ulaşılacaktır? Tabii ki sevgiyle! İşte bu noktada aşkta bencilik yerini fedakârlığa, sevilme arzusu ise sevmenin sonsuz gücüne bırakır. Pek çok kez Tanrı’ya yakaran, onunla konuşan şair için aşk, basit duyarlıkların çok ötesinde, ilahi kudretin peşinde bir olgunluk sınavıdır. Bunu ancak seven kimse başarır; sevilense gurura kapılmıştır. Rilke, sevilmeyi sevmekten üstün tuttuğunu şu sözlerle vurgular: “Sevgili olmak tutuşmak demektir. Seven olmak: bitmez bir yağlı ışık saçmak. Sevilmek fani olmaktır, sevmekse baki olmak.” (146).

Rilke’nin aşk anlayışı, kitabın çeşitli bölümlerinde sevmenin fazileti üzerinde gittikçe koyulaşan bir düşünce bulutu şeklinde tekrar tekrar karşımıza çıkar. İşte onlardan biri:

“Sevilenlerin hayatı perişandır ve tehlikede. Ah onlar kendilerini aşsalardı da sevenler olsalardı. Tam güvenlik, sevenlerin çevresindedir. Kimse artık kuşkulanmaz onlardan, ve onlar kendilerini ele verecek durumlarda olmazlar o zaman. İçlerinde sır şifa bulmuştur; bu sırrı bülbüller gibi bütün olarak duyururlar, parça halinde değil. Bir kişi uğruna figan ederler; ama bütün doğa, o sese katılır: Bir Tanrı için figandır bu. Kaybettiklerinin peşine düşerler; ama daha ilk adımda onu aşmışlardır ve önlerinde yalnız bir Allah kalmıştır artık.” (138).

            Seven olmak ile sevilen olmak arasındaki bu keskin ayrım, aşkın faziletini belirleyen şeydir. Rilke, sevilmek yerine sevmeyi tercih eden ve böylece sıkıntılarını da ferahlığa dönüştüren bir bireyi öne çıkarır notlarında. Daha da önemlisi, yukarıda söylediğim gibi,  Rilke’nin sevmek kavramına ilahi bir boyut yüklemiş olmasıdır. Âşık olmak, karşılık beklemeksizin çıkılan bir çile yoludur. Romandaki kişi, bu yolda kendini sorgulamayı da ihmal etmez:

“Dışta birçok şeyler değişti. Ne gibi, bilmiyorum. Ama içte ve senin önünde, ey Tanrı’m, senin önünde, içte, ey seyirci: action’dan yoksun değil miyiz biz? Rolümüzü bilmediğimizi anlıyoruz, bir ayna arıyoruz, yüzümüzdeki boyaları silip sahte olanı çıkarmak ve gerçek olmak istiyoruz. Ama yine de bir maske parçası yapışıp kalmış bir yerimizde, unutmuşuz.” (135).

Rilke’nin aşka bakışı, gündelik, tensel, geçici sevgilerden uzaklaşarak yaratıcının büyüklüğünü ve kendi var oluş sırlarını anlamaya yönelik mistik bir özellik taşımaktadır. İnsana duyulan aşk, bizim mecazi aşk dediğimiz şey, Rilke için de ancak bir basamak, gerçek aşk için bir vesiledir. Bu yüzden, seven bir genç adamı anlatırken şöyle söyler: “Şimdi böyle zahmet ve eziyetle sevmeyi öğrenince, ona, evvelce başardığını sandığı bunca aşkların ne baştan savma ve önemsiz bir şey olduğunu gösterdiler. Üzerlerinde çalışmaya ve gerçekleştirmeye başlamadığı için hiçbirinden bir şey çıkamamıştı.” (151)

            Yine, seven bir erkeği anlatırken onun ne kadar doğru bir yolda olduğunu şu sözlerle ifade eder Rilke: “Kavuşmanın, ancak yalnızlığın artması demek olduğunu bilmekte haklı; cinsiyetin ölümlü hedefini, sonsuz muradıyla bozmakta haklı. Kucaklaşmaların karanlığında tatmini değil, özleyişi aramakta haklı.” (142).  

            Özetle, Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda yazarın dile getirdiği aşk anlayışı kişilerden, nesnelerden, tabiattan “aşkın” olana doğru duyulan bir sevgi ve bu yolda bir tür vecd halidir. Rilke için bu hal, kavuşma hedefinin artık bir kavuşamama şekline dönüştüğü ve bundan zevk duyulan bir yolculuk olmaktadır.