Avludayız. Orhan Cami’nin avlusunda. Vakitlerden ikindi. Cami kalabalık, avlu kalabalık, etraf kalabalık. Tanıdık tanımadık bir sürü yüz… Hepsi kederli, solgun. Musalla taşında bir tabut, üstünde yeşil örtüsüyle. Kimmiş ölen? “Ölüm son değildir” diyen dünya iyisi bir adam: Selim Gündüzalp. Bizim Hüseyin ağabeyimiz… Eller bağlandı, namazı kılındı ve son kez helalleşildikten sonra omuzlar üstünde taşınıp rahmet-i rahmana uğurlanacağı kabristana götürüldü yaşlı gözlerle. En son ne zaman ele ele tutuştuk, ne zaman sarıldık birbirimize diye düşünürken bir insan selinin üzerinde yanımdan geçip gidiveren tabutuna dokunabildim sıcacık…

Bazıları için Selim Gündüzalp, bazıları içinse Hüseyin Ağabey’di! Bazıları içinse her ikisi birden. Yakından tanıyanlar için ikisi arasında hiçbir fark yoktu zaten. Yazılarında ne söylüyorsa gerçekte de öyle bir insandı. Doğru, samimi ve haktan yana! Muhatabının gözlerinin içine içine bakan, sevecen, konuşkan, anlayışlı, zeki, esprili, şaşırtıcı ve dost bir kişiydi. Hüseyin ağabeyimizdi!

“Hayatı ölümü anlatmakla geçti” diyor onun için, sevgili Engin Gündoğar ağabey. Ve ekliyor: “Evet hayatı boyunca hep ölümü anlattı ama güzel anlattı... Sonunda ölüm de ona güzel yüzünü gösterdi. "Dişleri görünecek kadar tebessüm ediyordu" dedi Cengiz Burak... Yaşadığını zannettim, tekrar kontrol edin dedim... Hayatı onu anlatmakla geçen bir adamın ölümü elbette böylesine hayattar olur... İnanmak isteyen, inancını yaşamak isteyen binlerce gencin emekleme döneminde elinden tuttu.Yürümeyi öğrettiği gençlerden bazıları ondan koşarak uzaklaşsa da arkalarından duasını hiç eksik etmedi... 'Sohbetlerin' şefkatli anası, celalli babasıydı. Onsuz 'sohbetler' öksüz, binlerce genç yetim kaldı... Ah Cihad Zafer, biz şimdi kimi kızdıracağız?!”

Abim Cihat Zafer’se Engin Gündoğar’a verdiği cevapta, benim de içimdekilere tercüman oluyor biraz, “Ş. bir kere daha öldü” diyerek: “Hiç ölmeyeceğini sanıyormuşum. Ölümü anlatarak saklamış ölümünü. Sürekli ölüm dediği halde hep yaşamak sonucu çıkardığı için mi? Belki. Yaşayan ve yaşatan adamdı. Hiç değilse bile bu kadar üzülmeyeceğimi düşünmüşüm. Bir yandan hiç üzülmedim, ölüme inanmıyorum, öldüğüne de. Bir yandan sanki bütün dünya birden ölmüş gibi bir acı. Hüseyin Ağabey ölmedi Engin Gündoğar, bizim gençliğimiz öldü. Yaz geceleri yıldızların altında aşktan söz açan delikanlılar olduğumuzun şahidi öldü. Selahaddin Ağabeyin bende mütemmim cüzü imiş. Bunu da anladım. Hüseyin Ağabey ölmedi. Ş. bir kere daha öldü.”

Hiç şüphesiz, Engin Gündoğar ile Cihat Zafer için olduğu kadar, akın akın cenazeye gelip ustasına son vazifesini yerine getirmek için avluda, kabristanda toplanan yüzlerce genç yaşlı talebesi, arkadaşı, gönüldaşı için de bambaşka bir değerdi Hüseyin abi. Kederli yüzlerden, tutulamayan gözyaşlarından, tabutunu okşayan, seven ellerden bunu görebilirdiniz. Ben gördüm… Ve bir şeyi daha gördüm, hem de çok yakından: Bendeki Hüseyin ağabeyi!

Bir anekdot üstadı! Kaynağı, zehir gibi bir hafıza! Bir akşam vakti tek başıma, Bulvar’ın ortasında yürüyorum. Bir el dolanıyor boynuma, bakıyorum, Hüseyin ağabey! Neredeyse yirmi beş yıl önce yazdığım hikâyeyi benim tamamen aklımdan çıkmış ayrıntılarıyla anlattıktan sonra soruyor: Sahi, neydi o hikâyenin adı? Hakiki ilgisini ve o ilgideki samimiyeti görmemeniz imkânsız. Derken bir başka hikâyeye, oradan bir mesel’e, bir hadis-i şerife, yaşanmış hoş bir olaya, bir kitaba bağlayıveriyor sohbeti. Zaman dursa ne güzel olur diye düşünüyorum. Kalabalık yanımızdan akıyor, ben onu dinliyorum.

Hüseyin ağabey… Bir öğretmen! Hem de hiç öğretir gibi yapmadan birçok şeyi öğretiveren, üstüne, sanki siz onu aydınlatmışsınız gibi mütevazı ve müteşekkir… Evet, öğretmendi ama bir yandan da sanki afacan bir çocuk gibiydi. Öyle neşeli, şaşırtıcı… Müşfikti, candan bir kucaklamayla ya da dakikalardır bırakmadığı elinizi son kez avcunda şöyle iyice sıkarak ayrılıverirdi yanınızdan.

Hüseyin Ağabeyi ve Selahaddin Şimşek… İkisini birbirinden ayrı düşünmek ne kadar zor. Aynı denize dökülen, sırt sırta iki ırmak gibi sanki. İkisinin de bizdeki yeri ayrı. Ağabeyim, Cihat Zafer haklı: "Hepimiz Selahaddin Şimşek'in paltosundan çıktık". Fakat bizi biz yapan O'dur. Hüseyin Ağabey'dir. "Küçük Kara Balık"lardık. Yalnızlığa ve hasretimize kim bilir nasıl dayanarak hepimizi kendi denizlerimize uğurladı. Bütün denizlerimizin üstünde duran kocaman bir dolunaydı.”

İlk yazı hediyelerimi veren adamdı. Renkli bir dosya, içinde kâğıtlar, etiketler, kalemler… “Bunu Hüseyin abin gönderdi” dedi abim Cihat Zafer; “Hikâyeni çok beğenmiş, seni tebrik ediyor ve yenilerini bekliyor bundan sonra.” Hediyemi aldım ve dolabıma koyarken büyük bir yazar oldum sanki o an. O heyecanla birkaç hikâye daha karaladım hemen. Hepsinde hediyeler, tebrikler, ciddiye alan tespitler…

Zaman zaman, Ankara Caddesi’nde, dergideki odasında, kitap raflarına takılırdı gözüm. Bazı yazarlar solcu, bazıları muhafazakâr, kimi dindar kimi ateist… Öyle söylüyordu herkes. Ama işte hepsi yan yana duruyordu o kütüphanede. Şimdi sorulmasından hiç hazzetmediğim o

soruyu kendi kendime ilk ve son kez sormuş olmalıyım orada: Bu kitapların hepsini okumuş muydu? Zarfa değil mazrufa bakmayı da ilk öğrendiğim yerdi belki Hüseyin abinin kitap dolu odası.

“Düşün! Bir şeyin geldiği yere dönmesi kadar sevindirici ne olabilir? Tohumun ağaca, ağacın tohuma dönüşümünden başka bir şey değildir hayat. Yani ölüm… Fakat insanlar ölüyü kefenledikleri gibi ölümü de kefenlemişlerdir. Ve kefenlenen her şey öldürücüdür. İnsana düşen, tüm libaslarından soyup öylece seyretmektir ölümü. Yani hayatı…”

Bu sözler Rus yazar Tolstoy’a ait. Aynı hakikati, ondan seneler sonra Selim Gündüzalp şöyle söylüyor Ölüm Son Değildir adlı kitabında.

“Aslında ölümü kendimize biz düşman yapıyoruz. Zamana ve mekâna sığmayan arzularımızı, duygu ve düşüncelerimizi, kırk-elli yıllık dar bir şeride sığdırma gayretimiz, bizim için ölümü tatsız kılıyor. Sonsuzluğu isteyen akıl ve kalbimizi, bir gün işlemez olacak vücudumuzun emrine verdiğimiz, kabirden öteye geçemeyecek sevdaların, ancak kabre kadar sürecek dostlukların ağına kendimizi hapsettiğimiz an, iç dünyamızda bir bocalamadır başlıyor. Her şeye endişeyle baktıran, hayatın tadını kaçıran bir bocalama…”

Düşünüyorum da ölümün bir son değil, sonsuz âleme gidiş olduğunu onun kadar güzel, etkileyici anlatan kaç kişi vardır ki? Şimdi bir derviş daha eksildi Bulvar’dan, Kömürpazarı’ndan, Yenicami’den… Adapazarı’nın seni, Selahaddin ağabeyi taşıyan yollarında, kaldırımlarında yürürken artık, bir anılar ormanının içinden geçiyormuş gibi geçmişe ram olacağımı seziyorum. Bir yandan da o yüzünden eksilmeyen tebessümünle, öyle candan, adeta gözlerini gözlerime akıtarak söylediğin şu cümle kalacak aklımda: “Sahi, neydi o hikâyenin adı?” İşte söylüyorum Hüseyin abi. O hikâyenin adı sevgiydi, merhametti, kardeşlikti; dostluk ve sadakatti, paylaşmaktı, gülmekti, düşünmekti; bilgelik ve cömertlik, tevazu ve incelikti… O hikâyenin adında sen vardın Hüseyin ağabey, ve artık içinde de sen varsın! O hikâyenin gideceği en doğru adres sendin, ben onu, hiç farkında olmadan, sana yazmışım meğer…

Rabbim cennetinde kavuşmayı nasip etsin.