Ne mutlu hiç doğmamış olana… Ve dünyadan çekip gidene!

Adapazarı’na kirli, basık bir hava ve ağır bir kömür kokusuyla gelirdi sonbahar. Bulvar’da kestanecinin peyda olmasına, Ali Koka’da bozanın vitrine çıkmasına, tarlalardan gelen geniz yakıcı anız kokusuna, çarşıda, birazdan hırıltıyla önünüzde duruverecek otobüsü beklerken içinizi bir an ürperten rüzgâra bakarak anlamak mümkündü Ada’da sonbaharın geldiğini. Ve yağmurlar. Galiba hepsinden de önce, Adapazarı’na en çok yağmurlarla gelirdi sonbahar; suya hasretlik çeken, Anadolu’nun kavruk şehirlerini kıskandıran yağmurlarla…

Çocuktum, gençtim. Ne düşünüyordum sonbahar hakkında? Mevsimler bizim elimizde değildi ya, buyursun gelsindi sonbahar. Mesele şu ki, ben sonbaharı sevip sevmediğime bir türlü karar verememiştim. Sonbaharı ve yağmurları. Diğerlerini de ne kadar sevdiğimi bilmiyordum ya! Sıcak bazen bitkin düşürse de yazı özlüyordum. Güneş canlılık katıyordu ruhuma. Daima güneşli uzak şehirlerde, sahil beldelerinde amaçsızca yaşayayım istiyordum. Hiç bulut, yağmur, kasvet olmadan. Ama pek de uzun sürmüyordu bu durum. Yazın ortasında kışı arayan, özleyen de yine bendim. Karın, soğuğun içinde paltoma sımsıkı sarınarak yürümek isterdim. Birden kararan gökyüzünü, kopkoyu bulutların getirdiği fırtınayı, beş dakikada her tarafı yorgan gibi örtüveren bembeyaz kar tanelerini sıcacık odamın penceresinden seyretmeye doyamazdım hiç. Kışın bitişi, artık karın yağmaz oluşu içimi acıtırdı. İlkbahara geç ısınırdım ama bir ısındım mı da içim çiçek çiçek renkleniverirdi. Dallarına su yürüyen bir ağaç gibi, yeşillenir, göverirdim sanki. İlkbahar mıydı yoksa en sevdiğim? Düşünüp duruyor, bir türlü karar veremiyordum. Acaba hangi mevsimin insanıydım ben?

Mevsimlerle arası farklıdır her insanın. Özel, kişiye özgü tarafları vardır hatta her mevsimin. Şu çok sorulan, artık basmakalıp hale gelmiş “Kış çocuğu musun yoksa yaz mı?” sorusunun ardında yatan şey de bu değil mi biraz: Mevsimlerle ruhlarımız arasında kurulan ilişki. Sahi, siz hangi mevsimin insanıydınız?

Hepimiz içimizde birer mevsim saklarız. Oysa ben bugüne kadar içimin asıl mevsimi bahar mı yaz mı, kış mı sonbahar mı, hiç karar veremedim, hiç. Yapma hüzünlerle sonbahara çevirdim içimi dışımı bazen, bundan eminim. Mesela zorla âşık ettim kendimi, zorla bir kız sevdim ve acı çektim; hiç yapmadınız mı? Ya da zorla hüzünlü şiirler… Yazmadınız mı hiç? Bir çocuğu mutlu etmek, bir insanı sukut-u hayale uğratmamak için bile olsa, neşeliymiş gibi

yapmadınız mı ya da? İçiniz başka dışınız başka, yaşamadınız mı böyle? Hep mi dürüst, maskesizdiniz?

Yıllar geçip gitti. Kolay olmadı içimdeki mevsimi çözmek. Ama artık anladım: En çok yağmurları seviyorum ben. Ve hep de yağmurları sevmişim. Sonbahar yağmurlarını. Emperyal Oteli’nde bu sonbahar / Bu camların nokta nokta hüznü diyen şairi okurken, pencerenin ardında, içeride, küçücük bir sokağı mı yoksa sonsuz bir dünyayı mı seyrettiğimin ayırtında olmadığım o günler… O günlerin beynimde çın çın edişinden mi bilmiyorum, cama vuran yağmur damlalarını özlemiş, sevmişim belki de…

Gene gelip şiirde düğümleniyor her şey! Sonbaharı sevmeyen ne Neruda’yı anlayabilir ne Heine’yi, Rilke’yi ne de! Baudelaire’i hele hiç! Yahya Kemal’i, Haşim’i, Orhan Veli’yi anlayabilir mi? Sanmam. Sonbaharı seven, doğanın o lirik hüznünü görebilendir, o altın sarısı hüznü… Şiiri sevendir sonbaharı seven, saf şiiri. Çünkü her şey oradadır, o büyük yitim, önlenemez bitişi nesnelerin. Ölümün resitalidir çünkü sonbahar, kayboluşun görkemidir-yoksa yeniden doğuşun mu demeliyim- “Ben buyum ve gidiyorum” demektir bir bakıma… Kim gitmez ki? Şiir de budur işte, saf şiir. “Üstü kalsın” diyen onu yazmıştır hep, “Bir yağmur bilirim bir de kaldırım” diyen de… Yağmurla, güzle arası hep iyi olmuştur saf şiiri yazanın. Nasıl olmasın? Yağmurlar gözlerinin içine içine yağarken gözyaşlarını da saklamaz mı şairin?

Sonbahar, seni duydum, geldiğini gördüm ve açtım kollarımı sana. Çünkü ben bütün bir yıl seni bekledim; yağmurların ıslatsın, serinletsin diye içimi, seni bekledim, yapraklarının hışırtısında hiçliğimi duyayım diye… Nasıl her şeyi anlamış gibiyken, her şeyden geçmek ne demek, bileyim diye, o çivit yalnızlığını denizlerin, suların çağıl çağıl türküsünü, kuşların artık başka türlü öttüğünü, rüzgârın başka dokunduğunu tenime… Hepsini hepsini bütün duyularımla son bir kez tadarak dünyaya artık ben de, veda edeyim diye…

Her veda bir sonrakine hazırlıkmış meğer, o da bir diğerine… Böyle böyle, o en büyük vedaya kadar… Ömrümün sonbaharına doğru hızla yol alırken, her yıl bir sonbahar, bir sonbahar daha, alıştırdım kendimi o büyük vedaya hep. Gülümserken ardımdan çocukluğum, bir gençlik ölümü içimde, böyle saklı kalarak; sonbahar, sonbahar, seni her zaman ruhumda duyarak, tek gerçek şiirimi yazmaya çalıştım: sessizce geçip gidişimi bu dünyadan...

Sonbahar: içimdeki mevsim… Ben en çok yağmurları sevdim!