“İmaj hiçbir şeydir, susuzluk her şey” diyordu yıllar evvel bir gazoz reklamında. Artık işler tersine dönmüş gibi. Şimdi imaj her şey, geriye kalanlarsa ikinci, üçüncü planda. Her şey imaj yaratmak için sanki. Onsuz eksiğiz, boşluktayız. Hayat gerçeklerinin önüne geçmiş imaj kaygımız.

Peki, imaj nedir? Kısaca, başkaları tarafından nasıl algılandığımızdır imaj. Toplum nezdindeki konumumuz, çevreye verdiğimiz mesajdır bir bakıma. “Ben böyle bir insanım, bunu bilin” demektir. Önemsiz mi? Asla! Hele ki günümüzde artık imajın birey ve toplum için ne denli belirleyici hale geldiğini kabul etmemek imkânsız. İmajı olmayan bir kimseden söz edebilir miyiz? Hayır, edemeyiz. En umursamaz, toplumdan kopuk veya kendi halinde bir insanın bile mutlaka yarattığı bir imaj vardır.

İmajımızı ortaya koyacağımız en iyi mecra nedir peki? Sisli, yarı örtülü bir perde ardından kendimizi istediğimiz gibi gösterebileceğimiz o büyülü yer? Televizyon mu? Eskiden öyleydi, artık değil. Şimdi sosyal medyada sergiliyoruz imajımızı.  Fotoğraflar, yorumlar, “hikâyeler”, videolar, yer bildirimleri ve dahası… Burada durup soralım kendimize: İşler hep görüntüde dönüyor gibi gelmiyor mu size de? Evet, görüntüde, ya arkasındaki gerçek? Lokantanın bir köşesinde çorbasını içtikten sonra kürdanla dişlerini karıştıra karıştıra dışarıya çıkarak mahalleyi dolaşan adamın durumuna benzemiyor mu halimiz? Sahtelikte, olmayanı varmış, olanı yokmuş gibi göstermekte sihirbaz Mandrake’yi bile geçecek maharete ulaşmış değil miyiz?

Telefon, bilgisayar veya tabletlerimizle çıkıyoruz er meydanına. Tweet atıyoruz, anlık durumumuzu paylaşıyoruz, videomuzu yüklüyoruz, yorum yazıyoruz, yüklenen videoları, yazılan yorumları beğeniyor veya eleştiriyoruz. Çok saygılı bir üslupla görüşlerimizi paylaştığımız gibi küfürler ve ağız dalaşıyla “fikir” yarıştırdığımız da oluyor sık sık. Bazen yeni aldığımız bir kitabın ilk sayfasını bile okumadan yanına bir kahve, bir çay iliştirerek fotoğrafını çekip koyuyoruz instagram’a. Ben bunu okuyorum, yani boş insan değilim imajı bu. Onlarca, yüzlerce beğeni alıyoruz. Eh, artık kitabı okumasak da olur. Amacımız zaten “okuyor” imajı yaratmak değil miydi? Oldu işte! Kim katlanacak şimdi o eziyete? Üstelik oku oku bitmez de koca kitap. Harcadığın vakte, emeğe yazık…

Sosyal medya bir gösteri alanı, bu kesin. Ve sıradan vatandaşlar ünlü olabilmek, ünlülerse ününü artırmak, pekiştirmek için bu mecrayı alabildiğine sömürüyor her dakika. “Bir kitap okudum hayatım değişti” yerine “Bir tweet attım hayatım değişti” noktasına geldik çoktandır. O noktaya gelene kadarsa her yol mubah. Kibar, zeki, hınzır, duyarlı, çevreci, esprili, dindar, muhalif, entelektüel vb. maskelerinizden birini takıp öyle çıkıyorsunuz sahneye. Bu sizin imajınız oluyor. Zaten ünlüyseniz kendinize uygun gördüğünüz imajı en etkileyici biçimde konuşturmaya devam etmeniz lazım. “Dağa taşa, kurda kuşa ağlayasım var” diye tweet atıyor, vav’lı nun’lu kitaplarıyla tanınmış bir kadın yazarımız. Bu tweet yüzlerce beğeni alıyor, retweet yapılıyor; yanıtlarla destek görüyor o yazarın okurları tarafından. Ne kadar meraklıymışız ağlamaya, diyorum içimden. Herkeste bir ağlamak isteği, sormayın gitsin. Öyleyse hep beraber ağlayalım hadi, ne ara bu kadar arabesk bir duygusallığın içine düştük diye sorgulamamıza gerek yok. Bakın, beğenenler artıyor, takipçiler de çoğaldı… Ağlamaya devam! Nietzsche ağladığında bile yankı uyandırmadı dünyada, Hatçe ağladığında uyandırdığı kadar! Çünkü Nietzsche bunu twitter’dan duyurmadı! Dağa taşa, sağa sola ağlayalım. Ama ağladığımızı mutlaka paylaşalım sosyal medyada, yoksa kim, nereden bilecek? Ya imajımız zedeleniverirse, hep mutlu olduğumuz düşünülerek?

Sözümüz ağlamaya değil elbette, bunu bir reklam malzemesi olarak kullanmaya. Oysa merhamet, vicdan, empati ve bu türden pek çok hissiyatını bir eserle ölümsüzleştirebilenler de var. Gözyaşları ve Zeytin Ağaçları diye bir kitap yayımladı sevgili Ercan Yılmaz. Bir Uzun Mektup Denemesi ya da Bir Yaz Romanı diye de alt başlık koymuş. İsmi güzel, bana Cioran’ın Gözyaşları ve Azizler’ini çağrıştırdı ilkin. Hani şu, “Ben hiç ağlamadım çünkü gözyaşlarım düşüncelere dönüştü. Ve düşünceler gözyaşları kadar acı vermez mi?” diyen Cioran’ın. Sevgili Ercan, o kitaptan esinlenmiş midir, Cioran’ın azizlere baktığı gibi mi bakmıştır koca zeytin ağaçlarına bilmem, zira tam olarak ne anlatıyor onu da bilmiyorum ve burada okumadan kitap eleştirisi yapacak değilim. Kitap henüz imzalı halde elimde olmadığı için fotoğrafını çekip paylaşamıyorum da ne yazık ki… Ama tahminden öte hissettiğim bir şey var, o da şu: Aşkın Gözyaşları, Güneşin Gözyaşları, Kolaysa Ağlama vb. gibi bir yığın zırvadan; gözyaşı, din, gelenek ve bu kabil kutsallar üzerinden insanları sömürüp para kazanmak amacıyla yazılmış her türlü kâğıt israfından apayrı bir yerde duruyor Ercan Yılmaz’ın kitabı. Okuyunca hayal kırıklığına uğrar mıyım bilmem ama öyle olsa bile bir yazarın gözyaşlarını yalnızca kitaplarda saklı tutmasına, sadece buna bile şapka çıkartırım.

İmaj, koca Mevlana’nın öğüdünde dile getirdiği şey esasında; ya olduğun gibi görünmek, ya göründüğün gibi olmak… Gerisi taktik, göz boyama, yalan, kandırmaca… Ve ağlamak da güzeldir aslında, kimseler görmesin diye, gözyaşlarınızı içinize akıttığınızda…