“Acıların ve çilelerin, yüzünde kitap gibi okunduğu yabancı misafirimize “hoş geldin” derken, bizim sual sormamıza meydan vermeden, kendini tanıtan bu kırk beş elli yaşlarındaki orta boylu sarışın adam sanki bir insan harabesiydi. Yugoslavya’dan geliyordu… Komünist rejime geçen Yugoslavya’da yedi arkadaşıyla beraber dokuz sene zindan hayatı yaşayan bu genç adam Arnavut idi. Aksanı çetrefil olmakla beraber, Türkçeyi doğru konuşuyor ve mesleğinin de Fransızca hocalığı olduğunu söylüyordu.
Rejim değişikliğine karşı oldukları için, birlikte zindana atılan yedi arkadaşından beşi kurşuna dizilmiş nedense o, birlikte aynı hücrede yatan arkadaşı ile beraber dokuz senenin sonunda serbest bırakılmış, uzun seneler kendisini bekleyen nişanlısı ile evlenerek iki oğlu olmuş. Halen de Üsküp’te Fransızca hocalığı yapmakta bulunuyormuş.
Dokuz sene sonra eline geçen bir kitabı okuyarak, yazanı bulmak hevesine düşmüş ve İstanbul’da Hasan Basri Çantay Bey’in kitabevinden adres alarak bize kadar gelmiş…
Hasan Bilâlî’nin bu ziyaretleri seneler boyu devam etti. Bâzan yol harçlığı yapmak niyeti ile Yugoslavya’dan getirdiği ufak tefek eşyaları satıyordu… Bir gün kendisine sorulan, bunca tazyike nasıl dayanıp komünist rejim tarafından elde edilmedin? Sualine, âdeta dilinin ucunda hazır bekleyen cevabı veriverdi. “Âmmâ benim siperim vardı. Oraya girdim, kurtuldum.”
Rumeli’nin ilim ve fazlı ile şöhretli Rifâî şeyhlerinden Saadeddin Efendi’nin Üsküp’te bulunan dergâhında, postnişin bulunduğunu, Hasan Bilâlî’yi görmeden çok evvel duymuştuk. Bu çilekeş dervişcik ara sıra oraya da gidip zikir meclislerine iştirak ettiğini sözlerine ilave ederken, aynı coşkun ruh halini sanki yeniden yaşardı.
Ayrıca Haydar Efendi’den Yahya Kemal’in de zaman zaman bu Rifâî Dergâhında zikrettiğini uzun uzun dinlemiş olduğunu söylemişti. Nitekim Haydar Murtazâ Efendi İstanbul’a bir gelişinde bize de Yahya Kemal’in kendi dervişleri arasında zikretmekten hoşlandığını söylemiş bulunuyordu. Avrupalıya İslam’ı kabul ederken, tevhid kapısını tasavvufun açtığı, yalnız Hasan Bilâlî’nin değil, her ehl-i insâfın bildiği bir gerçekti.
Tarikat yani tasavvuf, şerîate ters düşmeyen, ancak kabuğu çatlatarak “öz”ü yaşanır bir hayat felsefesi haline getirip tefsir yolunu kütlelere açan bir “arınmış davranış” idi. Böylece de insanoğlunu gerçeklerin visâlî cennetinde maksuda eriştiren sırlı kudretti.” (Kubbealtı Yay. Sâmiha Ayverdi-Küplüce’deki Köşk. Shf. 142-143)
***
Uzunca bir alıntı yaptığım için bağışlayın. Kitapta isimleri geçen Arnavut Hasan Bilâlî ve Yahya Kemal’e kıyamadım. Hangi mekânda olursa olsun, edebiyat üzerine yapılan sohbetlerde Rumeli coğrafyasından konu açılırsa; bilin ki Üsküp doğumlu şairimiz Yahya Kemal (1884-1958) dile gelir, şiirleri hatırlanır. Üsküp Dergâhlarında Allah’ın zikriyle zevk eden -Melami meşrep- Yahya Kemal’in pek bilinmeyen dervişlik yönü de kayda girsin istedim.
Kubbealtı Cemiyeti kurucularından mütefekkir, mutasavvıf Sâmiha Ayverdi, (1905-1993) “Küplüce’deki Köşk” adlı hatıra kitabında Pâyitaht İstanbul’u anlatır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış dönemiyle birlikte Cumhuriyetin ilk yıllarına da şahitlik ederek…
Heyhat… Pâyitaht İstanbul, o günlerde perişan vaziyettedir. İstanbul sokakları Rumeli ve Balkanlardan gelen muhacirlerle kaynamaktadır. Rumeli-Balkan göçmenleri Osmanlı’nın son kalan bakiyesidir.
Dile kolay… Bir zamanlar Osmanlı/Türk askerlerinin İ’lâ-yı Kelîmetullah için (Allah’ın adını yüceltmek) sefere çıktıkları Rumeli ve Balkanlar, fetihten sonra İslam topraklarına dönüştü. 1389’da at sırtında Kosova Ovası’na doğru yola çıkan ordularımız yol boyunca bulgur aşı yiyip Mesnevi okudular. Sahip oldukları iman/irfanla sadece toprakları değil gayr-i Müslim gönülleri de fethettiler.
Bir ucu Viyana sınırlarına ulaşan fetih topraklarını beş asır sonra “yenilmiş” ve “azınlık göçmenler” olarak terk etmek acıdır. İstanbul’a hicret eden “alnı öpülesi” Rumeli muhacirlerinin kaderi de acıdır ve zamanlar üstüdür.
1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi ve Balkan Savaşları ardından imparatorluk topraklarıyla birlikte vatan mefkûremiz de ister istemez daraldı. “Vatan” mefkûresini istikbâle dönük diri tutmak kolay değil. İslam ahlakı ve irfanla yoğrulan medeniyet bilincimizi yeniden diriltmenin vakti, Türkiye Yüzyılı’dır.
Vardar Ovası’nda nazlı bir gelin gibi süzülen nâzenin şehrimiz Üsküp’ten seslenerek vatan mefkûremizi bizlere hatırlatan Yahya Kemal, ne diyordu?
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
Haykırdı, ak tolgalı beylerbeyi "İlerle!"
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle
…
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik