8 Mart, Dünya Kadınlar günü. Ne kadar çok şey söyleniyor, yazılıp çiziliyor değil mi her yerde? Oysa kadınları yazmak da anlatmak da zor iş. Romanları, portreleri, besteleriyle bu işin hakkını veren çok sanatçı var gerçi, ama her biri kendi muhayyilesindeki kadını anlatmaktadır.
İşte Leonardo da Vinci, Mona Lisa ile kucağımıza sanki bir el bombası bırakıp gitti. Hakkında onlarca film, makale, belgesel üretildi ama hâlâ tartışıp duruyoruz Mona Lisa’nın gülüşünü.
Bir Dante’nin Beatrice’si, güzelliğin, safiyetin, ilahi aşka götüren melek yaratılışlı bir kadının simgesi olarak duruyor İlahi Komedya’da. Var mıydı böyle bir kadın? Varsa eğer, o kadın kitapta anlatılan mıydı acaba?
Balzac, Tolstoy, Halit Ziya… Aklını, iffetini, gençliğini hatta hayatını âşık oldukları erkek uğruna heba eden çaresiz, umutsuz kadının iç hesaplaşmasıyla bizi baş başa bırakıp çekiliverdiler. Kimdi suçlu, kadın mı erkek mi? Kendini raylara, ağır aksak gelen bir yük treninin altına bir çuval gibi bırakıveren Anna Karenina ne kadar adi bir kadındı, ne kadar yürekli?
Huzur’un Nuran’ını çözebilene aşk olsun! Galiba yazarı, Tanpınar da çözememişti onu pek. O yüzden dağınık kalmış biraz, tıpkı Mümtaz’la yaptıkları boğaz gezilerinde rüzgârla dağılan saçları gibi. Öyle güzel, ne yapalım. Mümtaz da bir Tanpınar karakteri olarak kadınlardan beklentisini düşük tutması gerektiğini öğrenmiştir artık.
Kadın, gür ağaçlarla kaplı sık bir orman; yolunuzu kolayca kaybedebilirsiniz içinde. Engin bir okyanus da olabilir kadın, orada ufka bakarken başınız dönebilir sosuzluğun girdabında. Fakat kaybolduğunuz ormanda sığınak, sonsuzluğunda boğulduğunuz okyanusta liman yine odur, kadın!
Susam ve Zambaklar yazarı, İngiliz filozof John Ruskin, kadınların aslında bugün de süregelen toplumsal ağırlığını bakın nasıl özetlemiş: “[Kadın] kendisi mücadeleye girmez, fakat mücadele tacını kimin giymesi gerektiği konusunda hüküm verebilir.” Eh, bu da az şey sayılmaz. Bazı erkekler bunun fazlasıyla ayırtındadır, bazıları ise habersiz. Sonuç değişmez; öyle ya da böyle, hepsi de boyun eğer bu gerçeğe.
Evet, kadınları yazmak zor… Fakat bir o kadar kolay da! Geçip klavyenizin başına, “Kadınlar birer çiçektir”den başlayarak istediğiniz bir klişe cümleyle onları taltif etmeniz, sonra da işinize gücünüze bakmanız mümkün. Oysa çiçekten de hiç anlamıyorsunuz, ne olacak şimdi?
Oscar Wilde’ın “Kadınları anlamaya çalışmayınız, zira onlar anlaşılmak için değil sevilmek için yaratılmışlardır” sözüne güvenerek rahatladığını sanan erkekler, sevmenin günümüzde anlamak kadar zor olduğunu fark ettiklerinde ne kadar da şaşkın bir duruma düşüyorlar. Sevmek, gerçekten sevmek, bu çağın insanlarına göre değil. O yüzden Mevlana’yla Şems’in aşkî dostluğunu da bugün anlayamıyoruz zaten. Sevmek için gönül gerek! Anneyi, babayı, eşini, dostunu, kardeşini, peygamberini, Allah’ını sözde değil, gerçekten seven insanların çoğunlukta olduğu bir ülkede her gün kadınlar günüdür!
Her şey bir yana, bugünün dünyasında kadının yeri nedir? Türkiye’nin de içinde bulunduğu Müslüman coğrafyasında kadınlar ne durumda? “Aşk ey sevgilim / ayın üstüne yazılmış güzel bir kasidedir” diye başladığı o kısacık şiirinde Nizar Kabbani, bakın ne söylüyor:
Aşk bütün ağaç yapraklarının üstüne çizilmiş
Kuşların tüylerine yağmur damlalarına
İşlenmiş aşk
Fakat memleketimde
Elli taşla kovalanan hangi kadın
Erkekleri sevebilir
Bize çok uzak bir coğrafya değil şairin sözünü ettiği yer, Ürdün, Suriye, vs.; bugünkü Arap toprakları yani. Bugün bizim ülkemizdeyse elli taşla kovalanan kadın görmüyoruz, fakat bir tane, irice bir taşla öldürülenlere rastlıyoruz daha çok. Issız bir yolda takip ettiği ya da minibüsünde zorla alıkoyduğu genç kızı kafasını taşla ezerek ya da bıçaklayarak öldürüp tecavüz edenler var ne yazık ki bizde. Farklı ülkelerden ülkemize turist olarak gelip azıcık tenha yerlere fotoğraf çekmek, gezinmek amacıyla giriveren kadınları gasp edip, öldürüp cesedini çöpe atan erkekler de maalesef aramızda yaşıyor. Üstelik, yolda durdurup sorsan istisnasız yüze doksanı “kadın kutsaldır, kadın namustur, kadına el kalkmaz” diyecek tiplerdir bu suçları işleyenler de. Nerede yanlış yapıyoruz?
Şöyle düşünelim: Yurdumuzda bir köpeğe tecavüz edip sonra da boynunu kırarak öldürmek münferit bir olaydır. Giydiği kıyafetten kendince yollu bellediği bir kadını kaçırıp kirletmek ve delil bırakmamak için parçalayıp gömmek de münferit sayılır. Etrafta kimse yokken kaldırımda karşılaştığı kadına yiyecek gibi bakmak münferit sayılır mı peki? Kendisi gibi dört maganda doluşturduğu arabasının camından sarkarak yolda yürüyen kadına laf atmak? Bir kadına önce askıntı olup istediğini alamayınca onu türlü hakaretlerle tezyif etmek münferit mi sizce ülkemizde?
Kendimize dönelim önce, yani kalbimize! Oraya döndüğümüzde mutlaka bir kadın görürüz çünkü! Ya annemiz, ya kız kardeşimiz, ya karımız, ya sevgilimizdir o kadın, ama mutlaka görürüz onu! Çünkü “Kalbinde kadın taşıyan erkekler” bir tek Nazlı Eray’ın romanında değil, gerçek hayatta da var! Kadınları bir tek romanlarda, şiirlerde değil, gerçek hayatta da sevebiliriz. Gerçekten sevebiliriz.
Kalbimize dönelim!