Portre Yazarı Fahri Tuna:

İyiliği, Güzelliği ve Merhameti Çoğaltmak İçin Yazıyorum

Söyleşi: Erenler Yazarlık Mektebi Öğrencileri

Zeynep Efe: Portre yazarlığına başlarken sizi en çok ne motive etti? Bu tür bir yazım tarzında kendinize has bir çizgi yakaladığınızı düşünüyor musunuz? Bir portre yazmaya karar verdiğinizde, konuyu seçerken veya o kişi hakkında yazmaya başlarken ilk adımlarınız neler oluyor? İlhamınızı nasıl buluyorsunuz? Portrelerini yazdığınız kişilerin mahremiyetine veya kişisel alanına ne kadar saygı duyuyorsunuz? Yazılarınızda etik sınırları nasıl belirliyorsunuz? Asıl yazma motivasyonunuz nedir?

Beni başlangıçta ve her daim motive eden: Özdeyiş yazarı M. Selahaddin Şimşek’in, Sende biyografi ve portre yazarlığı yeteneği var Fahri, bu alanda iyi bir yazar olacaksın, sözü. / Evet, kendime has bir tarz ve üslubum olduğunu bazı yazar ve iyi okurlar da söylüyorlar. / Yazacağım kişinin yazdığımdan haberi olmuyor, yayınlanınca görüp okuyor. Kalbimde hassas bir terazi var. (Herkesin olduğu gibi.) Oradaki eleğin üstünde kalanları yazıyorum. Yazdığım gün adeta o kişiyle yaşıyorum zihnimde. Sonra cümleler dökülmeye başlıyor. / İlham olgusu nedir, bilmiyorum. Belki o kişiyi zihnimde irdelemek, dakikalarca hatta saatlerce ölçüp biçmek sonra da kaleme almak mı? Hiç zorlanmıyorum. / Özel hayatları kesinlikle yazmıyorum. (Tecessüs-özel hayatları araştırmak benim medeniyetimiz yasak çünkü.) Kusurlarını da yazmıyorum. (Benim medeniyetim gıybeti de yasaklamış zira.) / Ben özelde portreleri, genelde tüm yazılarımı iyiliği güzelliği ve merhameti çoğaltmak için yazıyorum. Dünyayı iyiliğin ve güzelliğin kurtaracağına inanıyorum. Ne kadar başarabildiğime gelince, o noktada söz, benim değil, halden anlayan uzmanların ve üst düzey okurların kararıdır. Ben bir şey diyemem.

İlayda Nur Açıkgöz: Yazmaya olan merakınız ne zaman başladı? Yazarlıkta en kötü anınız nedir? Boş zamanınızda ne yaparsınız? Kendinizde bulduğunuz iyi özellikler nelerdir?

İyi okuyan bir ortaokul ve lise öğrencisiydim. Üniversitede de öyle. 1981 yılında mühendislik fakültesi üçüncü sınıf öğrencisiyken bir kışta 28 kitap okumuşum mesela. Okumak yazmaya götürdü beni. / Pek kötü anım yok. Rahmetli Yönetmen Yücel Çakmaklı’nın doktor kızı, babasıyla ilgili bir portrem yüzünden beni mahkemeye vermekle tehdit etmişti. Veremedi tabii. En olumsuz anım bu diyebilirim. / Boş zamanım pek yok ama olduğu zaman ailemle piknik, arkadaşlarımla buluşma, doğa, konsere gitmek, dost ziyareti. / Kendimde on beğendiğim özellik varsa on beş de beğenmediğim özelliğim var. Kendime notum 100 üzerinden 60-65. Hadi yaşımla aynı olsun, 66. (Kendinden haz eden biri değilim.)

Selin İlhan: Yazar olduktan sonra en güzel anınız? Yazdığınız portreler arasında en sevdiğiniz portre hangisi? Edebiyat hariç ne yapmaktan hoşlanırsınız? Yazı yazmak için gerekli ortam nasıl olmalı?

Çok sayıda güzel anım var da. Hangisini seçsem acaba. 2023 Ocak ayında açıklanan ulusal bir ödül diyelim, Eskader 2022 Yılın En İyi Portre Yazarı Ödülünün tarafıma verilmesi, diyelim. / 300’ü aşkın insan, 100’ü aşkın şehir yazmışım. Aralarından ayrım yapamam ki. Hepsi benim zira. İçinde çok beğendiklerim var, az beğendiklerim var. Her bir okurun da beğenileri farkı farklı. Saygı duyuyorum. / Okumak, ailemle (yirmi aylık torunum Selim’le) beraber olmak, doğada kaybolmak. Televizyonda belgeseller seyretmek. Yeni lezzetler tatmak. / Ben yazıları sessiz-kimsesiz bir ortamda yazmayı seviyorum. Bir de kimsenin beni tanımadığı, fark etmediği, kendim olabildiğim özgür bir ortamda. Bazen uçakta bazen bir göl kıyısında bazen bir kır kahvesinde.

Buğlem Tunçal: Yazar olduğunuzu ilk nasıl fark ettiniz? Bir iki anınız lütfen?

Ulusalda ne zaman diyelim. Kızım Ayşenur, büyük bir kitabevine gittiğinde, -dalgınlıkla- Babamın kitabı var mı acaba? diye sormuş. Tezgâhtar yani? deyince, pardon Fahri Tuna’nın kitabı, diye cevap vermiş. Bu bir. Yine kızım Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciyken bir gün okulun kütüphanesine ödev yapmaya çıkmış. Bir rafta benim kitabıma da rastlamış. Bunu söyleyince artık yazar olduğuma ben de inandım. Bu iki. Yıllar önceydi. Sekiz aile Mersin gezisindeydik. Cennet-Cehennem Mağarası’na merdivenlerden inerken bir hanım, siz yazar Fahri Tuna değil misiniz? Sizi geçen akşam TRT2’de izledim. Güzel konuştunuz, deyince, fark ettim, üç. Çoğu zaman yazar olduğumu -biri hatırlatmazsa- hatırlamam. Daire başkanı ve vali danışmanlığı görevlerimde de -birisi sormazsa- hatırlamazdım. Ben işkolik biriyimdir zira. Mesele, sıfat ve ünvanlar değil, bir şeyler üretmek. Toplum faydalı bir şeyler verebilmek. Gerisi teferruat.

Sevda Hilal Göçen: Portrelerini yazdığınız kişiler arasında en güzel dönüt kimlerden geldi?

Çok var. İlginç birkaçını anlatayım. Çizer Osman Suroğlu’nu yazdığımda eşi Makbule Yenge’nin Osman, ben senin yirmi beş senelik eşinim ama bu Fahri Tuna vallahi seni benden iyi tanıyormuş, sözü. Bir de Taraklı’nın Ayaklı Ansiklopedisi Alaattin Yılmaz Abinin portresi yayımlandığında, Valla Fahri Hocam, ben kendimi sizin beni yazdığınız portreyi okuyunca tanıdım, sözü olabilir. Bir de Şair Ercan Yılmaz’ın, Fahri Abi bir kişinin yüzüne bakar, ruh röntgenini çekip on cümle ile raporunu yazar, sözü var. İşin doğrusu böyle mi bilemiyorum. Benim vazifem yazmak. İyi mi kötü mü? Yazarların ve okurların terazisi söyler doğruyu, benimki değil.

Sehle Varlık: Hayatınızda hiç yazmaktan vazgeçmek istediğiniz oldu mu? Neden? Yazarlık hayatınızı nasıl etkiledi? İnsanlarla olan ilişkilerinizi etkiledi mi?

Olmadı ama her yazar gibi zaman zaman, yazıp duruyoruz da acaba bir işe yarıyor mu yazdıklarım, karamsarlığına düştüğüm oldu. Bir gün Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nden bir telefon geldi: Ben Doçent Doktor Selami Alan. Sizin yazılarınızdan faydalandığım bir kitabım çıktı. Adresinizi verirseniz göndermek istiyorum, diye. Üç gün sonra imzalı kitap geldi. Öykü-roman yazarı Hatice Bilen Buğra ile bir kitap. Hatice Hanım’la 1991’de bir söyleşi yapmış, 2001’de de portresini yazmıştım. Kitabın ilk on beş sayfasında, o yazılarımdan sekiz alıntı görünce, galiba yazdıklarımız işe yarıyormuş, dedim. Hayatımın merkezi, ağırlığı yazarlık oldu. Şükür. Şikâyetçi değilim. / Çok, binlerce insan tanıyorum, edebiyat sayesinde. Ama arkadaş sayım yüz-yüz elli, dostum dediğim ise on-on beş kişi. Edebiyat dünyasından da yakın dostlarım var. Ben ilişkilerimi dostluk ekseninde sürdürdüğüm için hiç sorun yaşamadım, yaşamıyorum.

Hatice Ecren Ediş: Edebiyatla ilk ne zaman tanıştınız? En sevdiğiniz yemek, lezzet nedir? Yazı yazarken nasıl bir ortamda yazıyorsunuz? Çalışma tarzınız nedir?

Dedem Korkut masalları ile diyebilirim. Ortaokul öğrencisiyken, nasıl elime geçtiyse, Şevket Süreyya Aydemir’in altı yüz elli sayfalık Tek Adam (Atatürk) ve beş yüz sayfalık İkinci Adam (İsmet İnönü) kitaplarını okudum (on üç yaş çocuğu için ne kadar ağır olduğunu bugün daha iyi anlayabiliyorum). / Gittiğim her şehirde o şehrin yerel en lezzetli yemeklerini arar bulmaya çalışırım. Adapazarı için dört favorim var: Islama köfte, yoğurtlu döner, kıvırma (kabak tatlısı) ve üre (darı ve sütten mamul bir bayram tatlısı). / Demiştim; sakin, sessiz, huzurlu, kendi kendim olduğum, kimsenin beni tanımadığı ortamlarda yazmayı seviyorum. Ve yalnızlığı. / Çalışmak şifadır, huzurdur benim için. Ömrümce can sıkıntım, boş vaktim olmadı hiç. Şu anda elimde (Erdoğan Çamlıyurt, Faik Tunay, Ozanlar ve Okçular) dört kitap hazırlığım var. Yetişemiyorum. Rabbim tamamlamayı nasip etsin.

Hende Saray: Hocam en sevdiğiniz kitap Cemil Meriç’in Bu Ülke’si. O kitabı size sevdiren nedir? Eğer o kitabı okumasaydınız hayatınız nasıl olurdu?

Evet, üniversite birinci sınıfta, on dokuz yaşımdayken okudum Bu Ülke’yi. Cemil Meriç’in müktesebatı (birikimi), tespitleri, yerli ve milliliği, kafamdaki bazı çıkmazlara çözüm önerileri ve olağanüstü güzel üslubu etkiledi beni. / ‘Bu Ülke’yi okumasaydım, yine bugünkü Fahri Tuna’ya yakın biri olurdum herhalde. Çünkü Cahit Zarifoğlu’ndan Necip Fazıl’a… Birçok iyi şair ve yazarı okuyordum zaten.

Duru Arı: En zorlandığınız portre kime aitti ve neden?

Sezai Karakoç’u yazarken. Sağlığında yazmıştım üstelik. Büyük bilge. Çok zor onu yazmak. Büyük cesaret. Bu nedenle Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Yahya Kemal gibi büyük isimleri yazamadım daha. / Hiçbir siyasetçiyi yazmadım. Bir iki yakın dostum dışında hiçbir bürokratı da. Hiçbir dini önderi de yazmadım. Yazmayacağım. Biz şair yazar taifesi saftiriğizdir. Hemen inanırız. Halbuki onların üç beş on yüzü olabiliyor. Bizi susuz getirip götürebiliyorlar. Çekiniyorum yazmaktan. Muhtemel yanılma korkumdan.

Yiğit Hamza Eroğlu: Yazmaktan en çok hoşlandığınız kelime ve terim nedir? Herkesin hayatında kötü olaylar illaki olmuştur. Peki ya siz bu olayları nasıl atlattınız? Biliyoruz ki gezmeyi seven bir insansınız. Gezmekten en çok zevk aldığınız ya da gitmeden önce en çok heveslendiğiniz şehir ya da ülke hangisiydi?

Onu benim bilmem pek mümkün değil Yiğit. Okurlarım söyleyebilir. Ama sevdiğim kavramlar / metaforlar ise Yesevi, Yunus Emre, Şey Edebalı, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli, Sarı Saltuk, Taptuk Emre, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Nesimi, Âşık Veysel, Neşet Ertaş, Abdurrahim Karakoç, Âşık Mahsuni Şerif. Gönül gönül, masal masal, türkü türkü, mısra mısra, Anadolu ve Rumeli’yi mayalayan insanlar bunlar. Hassasiyetim anlaşıldı herhalde. / Kötülüklere karşı iyiliklerle ve iyilerle bir olarak mücadele ediyorum, Yiğit. / Altmış altı yaşındayım. Bugüne değin yirmi üç ülke yüz altmış şehir görmek, tanımak nasip oldu. En beğendiğim ülke Karadağ; en sevdiğim üç şehir ise Prizren, Üsküp ve Mardin. İstanbul âşığıyım. Bir ay gitmesem rahatsız olurum (İki gün sonra gideceğim yine). Ama ta otuz beş sene önce, 1990’da yazmıştım, gönlümün başkenti Adapazarı’dır benim. Bunu bilir bunu söylerim.