Sunay Akın’ın yıllardır anlatmaya doyamadığı ve galiba kitabında da yer alan meşhur hikâyelerden biridir: Savaş sırasında bir şair, varını yoğunu kaybedince evinde yalnızca elden çıkarmaya kıyamadığı kitaplarıyla baş başa, beş parasız ve kimsesiz kalakalmıştır. Açtır, üşümüştür fakat ne yiyecek ne de yakacak vardır evde. Bir gün, odanın içindeki soğuğu artık iliklerine kadar hissettiği bir anda az da olsa ısınabilmek için son çare olarak ayakkabılarını çıkarır ayağından ve yakar. Ellerini ayakkabıların yanmasıyla çıkan o isli alevin dumanında ovuştururken gözleri karşı duvardaki yakmaya kıyamadığı kütüphanesinde takılı kalmıştır.

Evet, soğuktan donmak üzere bile olsa kitaplarını yakmaya yanaşmayan, onun yerine ayakkabılarını yakan adamın hikâyesidir bu. Sanat, hayattan üstündür demeye getiriyor Sunay Akın böylece. Birçoğunuzun içinden geçeni okur gibiyim, bitmiş bir hayatın karşısında sanatın ne önemi var ki, diye düşünüyorsunuz. Haklısınız, ben de tam olarak böyle düşünüyorum. Hatta bunun safça bir romantizmden, daha da ilerisi, sanatı putlaştırmaktan başka bir şey olmadığını da söyleyebilirim. Fakat bu hikâyeyi bir tür zihin alıştırması gibi düşünelim ve soralım: Sanat hayatın neresindedir? Bu, bence hiç de gereksiz bir soru değildir. Çünkü şöyle bir başka soruya kapı açar: Sanat ne uğruna yapılır? Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği ve Behçet Necatigil’i canlandırdığı Kelebeğin Rüyası adlı filmin başlarında, genç şair Rüştü Onur, kendisi gibi ölümcül bir hastalığa yakalanmış olan sevgilisine “Aşk, şiirin bahanesidir” diyordu. Filmin sonuna geldiğimizde bu kez şu cümle çıkacaktır aynı şairin ağzından: “Şiir, hayatın bahanesidir!”.

Demem o ki, sanat bir renk, zenginlik hatta bir yaşama biçimidir insanlık için ama asla yaşamın kendisi kadar değerli değildir. Sunay Akın’ın hikâyesindeki gibi, hayat mı sanat mı ikilemine düştüğünüzde, eğer bonzai filan içmediyseniz, hayatı tercih edersiniz. Çünkü Nâzım Hikmet’inde de dediği gibi, aslolan elbette hayattır!

Gelgelelim, sanatı kutsallaştıran bu anlayışın karşı ucunda, sanatçı konformizmi denen şey de hemen her devirde rastladığımız bir olgu şeklinde karşımızda beliriverir işte. Orhan Veli’nin “Neler yapmadık şu vatan için! / kimimiz öldük / kimimiz nutuk söyledik” dizeleriyle eleştirdiği şairler sınıfına bile giremeyen, yani bırakın nutuk söylemeyi, zor zamanda vatan millet için iki çift laf söylemeyi bile zül gören sanatçılar hiç eksik olmamıştır ülkemizde. Ayakkabılarını yakıp kitaplarına dokunmayan şairle “saf” diye eğlenirken, zor durumda vatanı için kılını kıpırdatmayan sanatçıya ne diyeceğiz? Hangisi daha masum sizce? Kendisine belki de en çok ihtiyaç duyulan kırılma anlarında köşesine çekilip etliye sütlüye karışmayacak kadar güçsüz olması normal midir bir sanatçı ya da aydının?

Kemal Tahir, ölümsüz eserlerinden Esir Şehrin İnsanları’nda –bugünlerde Türkiye’de özellikle okuması gereken bir romandır- gayet incelikli bir şekilde Anadolu’nun kurtuluş mücadelesine kayıtsız kalan dönem şairlerini eleştirir. Kimdir o şairler? Elbette Yahya Kemal ve Ahmet Haşim. Yazara göre, bu iki koca şair, (eserde adları verilmez) memleketin kaynayan kazana döndüğü, kurtuluş çaresi arayanlarla vaziyetten ümidi kesmiş bedbinlerin ve tabii ki işbirlikçilerin birbirine çarptığı kan revan bir ortamda ya sazdan kamıştan, Leyla’dan söz eden şiirler yazmakta ya susmakta ya da birbirlerini çekiştirip durmakta, kısaca hayal kırıklığı yaratmaktadırlar.  (Kemal Tahir, Haşim’in cephede savaşa katıldığını elbette bilmektedir ama kastettiği cepheden döndükten sonra hiçbir surette bu harekete bir yardımda bulunmayıp kendisini büsbütün soyutlamış olmasıdır.) Milli mücadele onların umurunda bile değil gibidir:

“Şairler Leyla’lara, kamışlara, âhû’lara dair şiirler yazıyorlardı. Göllerde yıkanan Leyla’lara, o göllerde bir kamış olmaya, dağdan dağa kaçan âhû’lara dair büyük şiirler… ‘Bunlar hep bekâr da ondan galiba’ diye düşündü; ‘karısı, çocuğu olmazsa insan, vatanını asla, yeteri kadar sevemiyor.”

 Bu üzücü durum, romanın satır aralarında işte yukarıdaki gibi yer bulmuş ve fakat daha sonra da bugüne değin sanatçının toplumsal olaylar karşısındaki tavrı söz konusu olduğunda tartışılmıştır. Haşim’in bigâneliği, savaşta bizzat cephede bulunmuş olsa da şiirlerinde bunu hemen hiç konu etmemesi; Yahya Kemal’in de kalender bir edayla sergilediği görece kayıtsızlık hali Türkiye’nin iki büyük şairi için düşündürücüdür gerçekten de.

Fakat aynı dönemde, 23 Mayıs 1919 günü, İstanbul’daki Sultanahmet Meydanı, ünlü bir yazarın, küçük dev kadın Halide Edip Adıvar’ın coşkulu mitingine sahne olmuş; Adıvar bezgin, bedbin ve bitkin bir halkı adeta ayağa kaldırmayı başarmış, onları kurtuluşa, bağımsızlığa ve başarıya taşıyan müthiş bir konuşmaya imza atmıştır:

“Meydanda toplanmış insan seli, Halide kürsüye çıkınca ürpertici bir sessizliğe büründü. İtilaf devletlerinin uçakları mitinge katılanların yüreğine korku salmak için kalabalığın üzerinden, minarelerin arasından uçuyordu. Halide, o gün uçaklar ateş açmış olsalar, mücadele ruhuyla kendinden geçmiş olan halk bunu fark etmeyecek, diye düşünmüştü. (Konuşmasından bir bölüm:) ‘Bir gün gelecektir ki, daha büyük bir mahkeme, milletleri tabii haklarından mahrum bırakanları mahkûm edecektir. O mahkeme bugün bizim aleyhimizde olan devletlerin fertlerinden teşekkül edecektir. Çünkü her ferdin içinde ezeli bir hak duygusu vardır ve milletleri meydana getirenler de fertlerdir. Hükümetler düşmanımız, milletler dostumuz ve kalbimizdeki haklı isyan kuvvetimizdir. Bütün milletlerin haklarını kazanacağı gün, çok uzak değildir. O gün geldiği zaman, bayraklarınızı alınız, bu maksat için canlarını veren kardeşlerimizi ziyaret ediniz. Şimdi yemin edin ve benimle beraber tekrarlayın: Yüreğimizdeki mukaddes heyecan, milletlerin hakları ilan edilinceye kadar devam edecektir!’ Binlerce ses büyük bir uğultu halinde onun sözlerini tekrarlıyordu. Çifte ezanlardan sonra Halide Edip’i dinleyen Nâzım Hikmet büsbütün coşmuştu. Yahya Kemal, o gün Halide’nin sesinin İstanbulluların kalbine son bir hatıra gibi hak edildiğini yazdı. Ziya Gökalp de miting meydanındaki Halide’yi bir dörtlükle anlattı. ” (İpek Çalışlar, “Halide Edib, Biyografisine Sığmayan Kadın”)

Enteresandır, Halide Hanım sonradan Amerikan mandasını savunduğu için, yanı sıra başka sebepler olsa da- Atatürk ile arası açılmış ve Cumhuriyet tarihi boyunca bu yüzden çokça eleştirilere de maruz kalmıştır. Fakat değişmeyen gerçek, Amerikan mandası hakkında olumlu görüş beyan eden Adıvar’ın Sultanahmet mitingiyle, o mitingdeki coşku, heyecan ve idealiyle tarihe geçmiş olmasıdır.

Tarih bunu da yazar, diyoruz ya, sahiden yazıyor, zor zamanda hangi aydın, hangi sanatçı elini taşın altına sokmuş, hangisi bana dokunmayan yılan bin yaşasın zihniyetiyle kendini soyutlamıştır olan bitenden. Kemal Tahir’in romanında isabetle kaydettiği gibi, “Millete güvenmeyi hiçbir zaman denememiş, henüz bir milletin varlığından haberdar olamamış bütün aydınlar gibi, [bazıları da] kendilerini teker teker vuruşup teker teker yenilmiş sayıyor, bir daha kalkarak yeniden başlamaya cesaret bulamıyordu. Çöken bir imparatorluk aydınlarını da uçuruma beraber sürüklüyordu”.

Osmanlı’nın dağılma arifesinde ve Türkiye Cumhuriyeti henüz kurulmamışken durum böyleydi işte, ya şimdi? Haftaya bu konuya devam edeceğiz.