Bir varmış bir yokmuş… Yolcusu çok, döneni yok memleketlerden birinde, en büyük köprünün insanlar için mesele olacağı, kimsenin aklına gelmezmiş. Hep böyledir; aklımıza gelmeyen, başımıza gelir.
Ne zamandır bilinmez; (biz diyelim ezel, siz deyin kalubela) köprünün işleyişi, uhulet ve suhuletle yürütülür; bu köprüden herkes, ağırlığınca bedel ödeyerek geçermiş. Ağırlığınca dediysek, sanmayınız ki “yükte kaç kilo geldiğimizdir” kastımız. Köprüyü bekleyenlerin elinde sıradan akılların eremeyeceği maharetle çalışan bir değer ölçer, yolculuk sırası gelenler köprüye ayak basar basmaz öter; iyilikleri çok olan, bu köprüden çabucak geçer; kötülükte yarışanların ağırlığı ise fanilere geçit vermezmiş. Köprüden geçiş hakkı alamayan bu fanilere, türlü tehlike ile dolu, benzersiz ifrit ve canavarın kol gezdiği çıkmaz yoların adresi verilirmiş. Anlayacağınız, iyiliklerin –sadece iyiliklerin- kıymetiharbiyesinin olduğu bir değer-ölçermiş bu sistemin adı.
Gel zaman git zaman, köprünün sistemi değişmeye başlamış; önce azar azar, sonra gözle görülür, akılla okunur bir fark yaratmış zihinlerde bu başkalaşma. İyiliklerinden emin, çabucak ve hızlıca geçiş hakkı dileyen niceleri, bakmışlar ki beklemedeler ya da bek-le-til-me-de-ler, ağırlıklarınca iyilik yükü altında eziyet çekmeye başlamışlar. Sırtlarında taşıdıkları onca yükü ne yapacaklarını bilemeden sormuşlar, üstleri başka, yüzleri başka köprü çalışanlarına,
“ Bunca iyiliği nereye götürürüz? Ne yaparız bundan böyle? Geçit hakkı tanımadığınız yurt dışında bildiğimiz menzil yok. Ne olacağız biz?
Ne üstleri ne de yüzleri eski olan görevliler cevaplamış onları,
“ Sözlerinizden hiçbir şey anlamadık; biz de yeniyiz, sistemimiz de… Tüm koşullar değişti, bekleyip görelim: Bakalım Mevla’m ne eyler, ne eylerse güzel eyler.”
Köprünün bir ucunda iyiler bekleyedursun, ağırlığınca kötülük sahibi nice yolcu, sorgusuz- sualsiz hem de bir kuşun kantlarınca hafif, öte tarafa geçer olmuşlar. Yolcusu çok, döneni yok memleketinin uluları, kafa kafaya verip bu işte bir tuhaflık var, ne oldu da düzen bozuldu, demeye geç kalsalar da nihayetinde akılları başlarına gelmiş ve demişler: “Bu köprünün geçiş hakkı ihlali kimin işidir? Ezelden beri biliriz ki sahibi tektir, işleteni tektir! Nasıl olur da düzen tersine döner?
Uluların soruları, semada yankı bulmuş ama duyması gerekenler, duyup da cevap vermesi gerekenler… ? Sorular soruları, duyanlar duyanları doğurmuş bir zaman sonra; resmi makamlar, üç maymunu oynayadursun, nereden ve kimden geldiği kestirilemeyen bir cevapla memleket haberdar edilmiş. Köprü sahibi, daha mühim meselelerle uğraştığı bir dönem –ki savaşların ortasında kalan çocuklara, açlıktan ölenlere, katledilen hayvanlara dairmiş mesaisi artık- köprünün işletimine çok hevesli görünen bir alıcıya şans tanımak istemiş meğer. İyi bir bedel karşılığı köprüye işletim hakkı isteyen bu alıcı, çok maddeli bir anlaşmayı, köprü sahibinin önüne koymuş. Allah için, yolcusu çok, dönüşü yok memleketinin yolcularının faydasına “yok, yokmuş” bu anlaşmada: Korku savar ruhani refakatçılar, varış yerinin koşullarına uyum sağlayabilsinler diye broşür dağıtan yaşam danışmanları, geçmişe dair hatıraların izlek bekçileri, olmayan geleceğin mimarları… Böylesi bir hizmet bekliyormuş yeni dönemin yolcularını. Sonuç mu? Köprünün asıl özelliği yok olmuş bu janjanlı hizmet paketi ile.
İşte dostlar, tıpkı hayat gibi olmuş bu köprü meselesi…
Sadeliğini, derinliğini yitiren bir hayatın rengi çok, anlamı yok hali gibi…
Masalın kısası makbuldür. Hem kısası hem hissesi olanı: Yolcusu çok, döneni yok memleketinin köprüsü satılmış satılmasına lakin; öteye geçemeyen iyilerle, geçmemesi gereken kötülerin yarattığı kaos, ülkenin halli zor meselesi olmuş artık. Ağırlığınca iyilik ve ağırlığınca kötülük taşıyanların mahşeri kalabalığını mı söylesek, köprünün asıl sahibindeki pişmanlığı mı dillendirsek bilemeden, bahçeye sığınan kedilerin evsiz-barksız yaşamlarına rağmen nasıl bu kadar temiz kalabildiklerine hayretle sonlandırdım masalımı.
Kaynak: YENİ SAKARYA GAZETESİ