“Taraf Olacaksak, Ahlâkın ve Adaletin Tarafında Olalım

Bir akşam sohbetinde yaşlı bir amca, “Evladım, bu devirde tarafsızlık olmaz; herkes bir tarafta olacak” dedi.

Ben de “Olacaksa, adaletin, merhametin, ahlâkın tarafında olalım” dedim.

Çünkü bu tarafın bir parti rozeti yok; ama dinde yeri var.

“Elhamdülillah Müslümanız” diyorsak, kul hakkını, iftirayı, yalanı, hakareti kendimize yakıştıramayız.

Evet, haksızlık sadece bir kesimin tekeline girmiş değil. Her görüşten, her partiden, her camiadan çirkin örnekler çıkıyor.

Fakat doğrusu, kendini “dindar” ya da “muhafazakâr” diye tanımlayanların yaptığı ahlâksızlık, adaletsizlik, adam kayırma daha çok batıyor göze.

Çünkü senden beklenen daha yüksek. “Öbürleri on yapıyor” bahanesi seni temize çıkarmaz; Müslümana bir kez olsun yakışmayanı, sen on kez tekrarlıyorsun, meselenin canı yakan tarafı tam da bu.

Sosyal basının dip sularında gezinen yorumlara bakın: En çok hakaret, en çok bağırış, en çok gıybet; üstelik bozuk cümlelerle, kulaktan dolma “kaynaklarla” beslenen iftiralar…

Ne acı ki bunu bazen din adamı, ilahiyatçı, emekli imam, öğretmen sıfatı taşıyanlar bile yapıyor.

Kendi mahallesinden biri aynı eleştiriyi yapınca alkışlıyor, karşı mahalleden daha nazik bir dille söylenince köpürüyor. İşte yobazlık ve bağnazlık tam da budur: Hakikati taşıyanın kimliğine bakarak yargı dağıtmak.

Son yıllarda düşünmeyen, sadece tekrarlayan bir koro türedi.

Liderinin, partisinin, grubunun sözlerini papağan gibi yineleyen bir şakşakçı sürüsü…

Ve daha beteri: Bu şakşakçılık bir geçim kapısına dönüştü. Milletin sırtından servet ve menfaat devşirenler türedi. Sağda da var, solda da; muhafazakârda da var, ilericide de.

Bir “yalakalık hiyerarşisi” kuruldu: Alttakiler üsttekine methiye, üsttekiler daha yukarıya sadakat gösterisi… Siyasetten bürokrasiye, akademiden okullara kadar her yere metastaz yapan bir dil ve iklim.

Bu iklimin ortak paydası şu: MENFAAT her şeyin önüne geçti. İslâmî ve insanî değerler, vicdan ve karakter ayaklar altına alındı.

Taviz vermeyenler, kul hakkından korkanlar, diline yalan değdirmeyenler ise acımasızca eziliyor; hem maddî hem manevî olarak hırpalanıyor. Sonra insan ister istemez soruyor: “Acaba yanlış yapan biz miyiz?”

Vicdanın cevabı nettir: Hayır. Doğru olan, hakaretle, yalanla, iftirayla ayakta duran bir düzen olamaz. Bugün güçlü görünseler de bu yolun sonu karanlıktır.

“Peki ne yapacağız?” diyen dostlara iki şey söylüyorum.

Birincisi, “ifşa etmeyelim, eğitimle düzeltelim” diyen iyi niyetli itiraza dair:

Kırk yıl alışkanlık edinmiş bir dil, öyle kolay yumuşamaz. Kimse kimseyi zorla eğitemez; herkes önce kendini terbiye edecek. Nefs muhasebesi olmadan ne ders, ne de konferans işe yarar.

İkincisi, bu çürümeyi normalleştirmeyeceğiz. Susmak, çürümeyi kutsamak demektir. Düzeltmenin yolu kavga değil; ama hakikatin çıplak adını koymaktan da kaçınmak değil.

Peki, ahlakın ve adaletin tarafı nasıl olacağız?

İşte kısa bir kılavuz:

Dile sahip çık: Bir cümleyi hakaretsiz kurabiliyorsan, öyle kur. Hakaret, güçsüz argümanın protezidir.

Delilsiz paylaşma: “Böyle duydum” haberi, iftiranın beslenme çantasına konmuş yarı gerçektir. Delil yoksa yayma.

Kaynaktan oku: Ekran kırıntısıyla hüküm verme. Metnin aslını, verinin bütününü gör.

Mahalleni kayırma: Doğru, kimden gelirse gelsin doğrudur; yanlış, kimden gelirse gelsin yanlıştır.

Menfaate mesafe: Menfaatin başladığı yerde fikir biter. Hediyenin büyüğü, haysiyetin küçüğüdür.

Öz eleştiri: Kendi tarafının hatasını tespit edemeyen, karşı tarafın doğrusunu da kaçırır.

Kul hakkı hassasiyeti: Gıybet, iftira, linç; dille işlenen en ağır haksızlıklardır. Helalleşmesi zor, vebali ağırdır.

Bu yazı bir “mahkûmiyet” metni değil, bir uyan çağrısıdır.

Çünkü biliyorum ki bu ülkenin sessiz çoğunluğu, “Benim adıma hakaret edilmesin, benim adıma yalan söylenmesin” diyor.

İnancını, kültürünü, insanlığın ortak değerlerini korumanın yolu; şakşakla değil, şahitlikle mümkündür. Şahitlik, gerçeği eğip bükmeden söylemeyi; yanlış kimden gelirse gelsin “yanlış” diyebilmeyi gerektirir.

Tarafını seçmek zorundaysan, lütfen rozete değil ölçüye bak: Adalet mi, merhamet mi, ahlâk mı? Bu üçü varsa gerisi teferruattır.

Yoksa, tabeladaki bütün unvanlara rağmen içeride büyük bir boşluk vardır.

Bugün egemen görünen şakşakçılık dili, yarın kendi sahibini de yer. Çünkü hakaret teneke gürültüsü, hakikat ise ağır demirin suskun ağırlığıdır.

Son olarak: İster sağdan, ister soldan; ister dindar, ister seküler… Ahlâkın ve adaletin üstüne basarak yükselemeyiz. Ya dilimizi ve kalbimizi arındırıp bu iklimi değiştireceğiz ya da çürümenin sıradanlaştığı bir ülkede çocuklarımıza mahcup olacağız.

Ben umudu tercih ediyorum: Hakikat, geç de olsa mutlaka galip gelir. Biz yeter ki onun tarafında, onun dilinde, onun terbiyesinde kalalım.” (Mustafa Aydın paylaşımıdır)

Yazarın Notu: Evet. İlla adalet… İlla adalet…. İlla da adalet.

İlla ahlak… İlla ahla.. İlla da ahlak.

Ve Gazze: Ziyonist lanetli canilerin, insanlığın en barbar, en vahşi GAZZE, YEMEN, G. LÜBNAN, İRAN ve tüm DİRENİŞ CEPHESİNE yönelik mezalim ve soykırımlarının 707.günü. Ve yerkürede bütün ilahi ve beşeri kanunların ayak altına alındığı, insana ait ne değer varsa yerleyeksan edildiği, akıl ve vicdanın yok sayıldığı kapkara günler! Lanetlemek yetmez, aynı muameleye tabi tutulmalarını diliyor, yerin diplerine batmalarını bekliyor, niyaz ediyoruz.

21. Asırda, Milenyum’da, ABD, İzrail, AMEZRAİL ejderhası insanlığı yok ediyor!!!

Kaynak: YENİ SAKARYA GAZETESİ