Türkiye’ye transfer olan yabancı bir futbolcunun, ülkesindeki akrabasına yazdığı mektuplar:

***
“Sevgili kardeşim.
Türkiye’ye transfer olup İstanbul’a gelişimiz ve tutulan eve yerleşmemiz sırasında aramamız veya yazmamız mümkün olmadı. Bu pazar, yeni evimizde otururken sana yazma imkanı buldum.
İstanbul bildiğin gibi çok büyümüş bir şehir. Gökdelenlerin arasında kendini Newyork’un Manhattan bölgesinde sanırsın. Şehir büyük olduğu kadar da kalabalık. İnsan sayısı 20 milyona yakınmış. Motorlu araçlar da çok sayıda. Yeraltı metrosu hayli uzak iki nokta arasında kurulmuş ve en sağlıklı ulaşımı sağlıyor. Yeraltı olmayan yerlerde adına dolmuş dedikleri 15-20 kişilik küçük otobüsler, sarı taksiler, şehir otobüsleri ve gene hayli uzak iki nokta arasında kurulu, özel yola sahip metrobüs denilen otobüs sistemi var. Çok sayıda mevcut olan büyük alışveriş merkezleri Avrupa’nın standardında, hatta bazıları üstünde. İçlerinde en son filmleri, tiyatro ve müzikalleri izleyebileceğin salonlar, kaliteli restoran ve kafeler de mevcut.
Şehrin yaşadığımız taraftan görünen yüzünü böylece tanıtmış oldum. Sonraki mektuplarımda diğer taraflarını da anlatırım. Bu faslı burada bırakalım da futbol konusuna dönelim.
Transferim duyulduktan sonra geldiğim İstanbul’un havaalanında hiç beklemediğim bir karşılama yaptılar. Yüzlerce kulüp taraftarı (Menajer ve yönetimin de yönlendirmesiyle) gecenin ileri bir saatinde orada idiler. Tezahürat yaptılar, bol bol TV yayını yapıldı, resimler çekildi, çok şatafatlı şekilde otelimize kadar götürüldük.
İlk antrenmandaki izlenimlerim şöyle: ‘Hoca’ dedikleri antrenörlerin çoğu İngilizce, Almanca, Fransızca gibi yabancı bir dil bilmedikleri için tercümanlar çalıştırılıyor. Bu yüzden anlaşma zorluğu var. Hoca ile yüz yüze konuşabilmek isterdim.
Takımda benim gibi Avrupalı ve Brezilyalı arkadaşlar var. Biz aramızda güzel anlaşıp hem antrenman ve maçlarda hem de boş vakitlerimizde konuşup görüşüyoruz. Aileler ve çocuklar birlikte vakit geçiriyor. Bu şehirde otomobille dolaşmak büyük azap. Korkunç tıkanma var. 3-5 km’ye bazen bir, bazen daha fazla saatte gidilebiliyor.
Şirketlerde çalışanlar bizim ülkede metro, bisiklet, tramvayla gidip gelenlerin aksine, servis denilen araçlarla taşınıyorlar. Ayrıca öğrenciler evlerine yakın değil çok uzaklardaki okullara gidiyor ve bu ulaşım için de servis denilen küçük otobüsler kullanılıyor. On binlerce küçük otobüs var. Sabah ve akşam saatlerinde onların yarattığı tıkanıklık yüzünden serbest çalışanlar, işleri veya evlerine büyük zorluklarla 2-3 saat gibi anormal sürelerde varıyorlar. Trafik kuralı diye bir şey yok. ‘Tek yol’ denilen yerde karşınızdan araba gelebiliyor veya bindiğiniz taksinin girilmez levhası olan yola girdiğini görebiliyorsunuz. Ortada trafik polisi pek yok, var olduğu zamanda da olup bitenle fazla ilgilenmeyen bir halde durduğunu görüyorsunuz. Yani ‘karışıklığı düzelteyim’ diye kendini paralayan birini görme imkanı pek yok. Sarı taksilerin şoförleri sizi para için değil de iyilik için taşıyormuş gibi davranıyorlar. Taksiye bindiğiniz andan sonra o aracın sizin emrinizde olduğunu düşünmüyorlar, camı açıp gidiyorlar, telefonla konuşup gözünü yoldan ayırıyorlar, tehlikeli manevralar yapıp sizi riske atıyorlar, karşı çıkarsanız, kızıyor ve indirmekle korkutuyorlar, ücreti yazan taksimetreyi göremiyorsunuz, kimisi torpidonun altına takılmış, kimisi dikiz aynasının içinde silik dijital rakamlar halinde olduğundan görüp takip edemiyorsunuz. Ücreti öderken genellikle para üstü vermek için bozuk para bulamıyorlar. Bazen gidip dururken kenara çekip inmenizi istiyorlar, sebebini öğrendik, taksiyi 2-3 şoför nöbetleşe kullanırmış, nöbet devretme zamanı gelmiş. Pek çok taksici şehri tanımıyor, gideceği adresi sizin yardımınızla arıyor, bazıları Asya yakasının taksisi olduğundan bu tarafın  acemisi… Bir arkadaşımızla taksici arasında anlaşmazlık çıkmış, taksici itip kakmaya kalkışmış, arkadaş üste çıkınca birkaç taksi durmuş, şoförler koltukların altından kalın sopa çıkarıp işe karışmışlar, bizimki zor kaçmış.
İlk maçımıza bu pazar çıktım. Çok büyük ve modern stadyumumuz var. Seyirciler çok coşkun. Maçtan önce hizaya dizildik ve bir müzik çalmaya başladı, herkes sustu, ciddileşti, meğer ülkenin milli marşıymış. Bizde sadece milli maçlarda çalınır. Burada büyük küçük her maçtan önce yapılıyor. Hindistan’da sinemalarda filmden önce aynı uygulamanın var olduğunu duymuştum, buradakinden haberim yoktu. Maç oynanırken birden yangın çıktı zannettik, sahanın kenarlarında ateşler yanmaya ve çok fazla duman çıkmaya başladı, arada da patlama sesleri duyuluyordu. Çok tedirgin olduk. Meğer bu olağan bir şeymiş, hoş görülürmüş. Koyu bir zehirli kükürt dumanı seyircileri ve sahayı sardı, hakem devam etmemizi istedi, o dumanları ciğerlerimize çeke çeke oynamaya devam ettik. Tam bir hafta ciğerlerim yandı, doktora gitmek zorunda kaldım.
Oyun sırasında herkes hakemi kandırmaya çalışıyor, gole giderken pozisyonunu kaybeden oyuncu ayıbını örtmek için kendini faule uğramış gibi yere atıyor, bilhassa ceza sahası içinde penaltı kazanmak arzusu ile bu sahtekarlık çok yapılıyor. Eğer ev sahibi takımın oyuncusu yaparsa tribünler avaz avaz hakemi etkilemeye çalışıyor, bir-iki derken hakem üçüncüde onların gönlünü yapıyor. İkili mücadelelerde bir taraf öbürünü itekleyip yere yuvarlıyor ve hemen iki elini havaya açarak’ bir şey yok’ veya ‘ben masumum’ rolü yapıyor. Tribünlerdeki 30 -40 bin kişi ile TV’deki milyonların gözünün önünde bunu yapmaktan utanıp sıkılmıyor. Bütün suçlular masum numarası yapıyor. Rakip takım tribünlerin önüne gitmek zorunda kaldığı taç-korner gibi atışları yaparken tribünlerden kafalarına çakmak, bozuk madeni para gibi şeyler atılabiliyor. Çok fazla kızmış birisi, ayakkabı atmış.
Eşim Mary ve çocuklar Türk arkadaşlar edinmeye çalıştılar ve başardılar. Mary hanımların toplantılarına katılmaya başladı. Çok çarpıcı bilgiler aktarıyor. Ülkede her gün 3-5 kadın öldürülüyormuş. Boşanmak isteyen, polisten koruma isteyen, iftiraya uğrayan kadınlar nikahlı oldukları adamlar tarafından öldürülüyormuş. Korktuğunu söyleyerek polisten yardım isteyen kadına ‘kocandır, aranızda halledin’ deniyormuş.
Devam Edecek: Sonraki yazı İstanbul civarına (Mesela Adapazarı’na) geziler…”