2008 yılı 5 Temmuzu. Destani sesli ve yüzlü şair Erdem Beyazıt vefat etmişti. Sakarya Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Dairesi Başkanıydım. Hemen on altı kişilik bir minibüs yola çıkardık. İstanbul Eyüp Sulan Camii'nden kaldırılacak cenazeye gelme ihtimali olan dostlara şu saatte şurada yola çıkıyoruz diye mesaj attım. On kişi kadar yola çıktık. Şair Osman Sarı, Şair Yılmaz Güney, Şair Mustafa Emircan, İl Kültür Müdürü Hüseyin Yorulmaz, ben… İlk aklıma gelen isimler.

Hepimiz hüzünlüyüz. Sevdiğimiz bir şair ağabeyimizi ötelere uğurlayacağız zira. Araçta bir hüzün rüzgârı esiyor, kesif hâlde hem de.

Araçta dört Maraşlı var: Osman Sarı, Hüseyin Yorulmaz. İlk ikisi bu isimler. Sonra kökleri Maraş'a dayanan iki isim daha: Yılmaz Güney ve Fahri Tuna.

Söz dönüp dolaşıp Maraş'a geliyor. Bizler yaşları elliye yaklaşan isimleriz. Osman Abi ile Yılmaz Abi, altmışlarına dayanmışlar. Biz hep dinlemedeyiz. O ikisi konuşuyor, biz kulak kabartıyoruz sadece.

Yılmaz Güney, Osman Abi, İsmail Abi ile siz liseyi de Maraş'ta okumuştunuz değil mi? Diye bir konu açıyor. Bir nevi âşıklar sofrasında ayak vermek gibi bir sözmüş meğerse bu. Sona fark ediyoruz tabii.

Osman Sarı anlatmaya başlıyor:

İsmail Bey (Kıllıoğlu) ile Maraş İmam Hatip Lisesi'nin bitirdik. O zaman İmam Hatip'i bitirince bir tek Yüksek İslâm Enstitüsü'ne gidebiliyorsunuz. Erdem Abi (Beyazıt) ise ikimizi de Hukuk Fakültesi'ne gitmemizi istiyor. Hukuk'a gidebilmek için Maraş Lisesi'nde son sınıfı bir daha okumamız gerekiyor. Karar verdik, İsmail ile Maraş Lisesi'nde bir sene daha okuyacağız.

Tamam da şöyle bir gariplik var. Biz Maraş İmam Hatip Lisesi 7. sınıftan mezun olmuşuz. Maraş Lisesi'nde ise 6. sınıfa devam ediyoruz.

Neyse biz başladık. İkimiz de garibanız. Lise şehrin dış kısmında. İsmail 1.85, ben 1.55. Tam Nokta ile Virgül gibiyiz. Tren yolundan her gün yürüye yürüye, edebiyat sanat, şiir öykü konuşa konuşa gidip geliyoruz.  

Neyse, bahar geldi, mezuniyet törenine hazırlanıyoruz. Benim işim kolay, Fransızca bir şiir okuyacağım, sadede. Hemen ezberledim. İsmail'inki zor. Fransızca bir tiyatroda başrol oyuncusu. Başladı provaları. Çok yoğun. Görüşemiyoruz bir türlü. İsmail'i de çok seviyorum. Yolculuklar muhabbetler kesildi. Çok üzüldüm, deli olacağım.

Bir gün okul bahçesinde İsmail'e rastladım. Merak ve sitem dolu bir sesle, 'Neredesin İsmailll?' diye sordum. 'Her gün tiyatro provasındayız. Başımızı kaldıramıyoruz. Tören yaklaştı ya' dedi. 'Olsun, sonra buluşalım?' dedim. Utana sıkıla bana 'Osman, kusura bakma. Tiyatroda karşı rolümde oynayan bir kız var. Doktorun kızı. Kız bana asılıyor, ne yapacağım bilemiyorum' dedi, bu kez.

Buz kez aldı beni bir düşünce. 'İsmail, dedim. Nasıl asılıyor kız sana. Boynundan mı kolundan mı beline ip dolayarak mı?'

Hepimiz makaraları koyuvermiştik. En başta da Yılmaz Güney. Osman Sarı, bizlere kızmaya başladı. En çokta yakın dostu Yılmaz Abi'ye:

            - Ne gülüyorsun be Yılmaz.

- Abi şaka yapıyorsun?

- Ne şakası Yılmaz. Vallahi asılmak nedir hâlâ bilmiyorum ben.

Yılmaz Abi kahkahayla gülerken bir yandan da,

            - Osman Abi, işletme bizi.

Osman Sarı gayet ciddi ve safiyane bir yüz ve sesle:

- Yılmaz, gülme ne olur. Kızdırmayın beni. 62 yaşıma geldim, asılmak nedir bilmiyorum ben.

Kahkahanın şiddeti artıyor her dakika. Yılmaz Güney'i de ilk defa kahkaha ile gülerken görüyoruz. Ve hayret ediyoruz. Zira biz onun en çok bıyık altı gülmelerine alışığız. Osman Abi,

            - Gülmeyin, gülme bak Yılmaz, kızıyorum ha,

Dedikçe, karnımıza ağrılar girene kadar gülüyoruz biz.

Sizin anlayacağınız, biz o gün merhum şair Erdem Beyazıt'ın cenazesine mi gittik. Keloğlan filmi mi izledik, karıştırdık biraz.

Not1: Cenaze namazını o gün Eyüp'te eda ettik. Yüzlerce şair yazar o gün Eyüp Camii'ndeydi. Namazın ardından tabutu musalladan ile omuzlarına alan ise Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dı. Bu da çok anlamlıydı elbette.

Not2: Bu kitabın hazırlığı sırasında, 27 Ağustos 2023 günü 10.31'e Hikâyeci Dr. İsmail Kıllıoğlu hocamı, kitaba yazı istemek için ardım. Birkaç gün içinde uzunca, hatıra ve gözlemlerle örülü bir yazı yazıp da gönderdi. O görüşmede bu yolculuk ve hâtırayı da anlattım. İsmail Hocam da 'Osman'ın Köyü Sarımollalı, Altıparmaklı Obasındandır. Başkonuş Dağların insanı çok saf kalpli ve tertemiz olur. Osman da öyledir. O olay da öyle olmuştu' dedi. 

Trafik Hâtıralarımız: “Arabanın Haberi Var mı?’

Dostları iyi bilir. Yılmaz Abi çok iyi bir insan ama pek kötü bir şofördü. Benim gibi dikkatsizdi. Sık sık ufak tefek kazalar yapardı. Hele de kırmızı Skoda'sıyla. Birçok dostuyla trafik hâtıraları vardır Yılmaz Abi'nin, hatırladıkça bizleri gülümseten.  Birini arz edeyim buradan.

Yılmaz Abi'nin güzel huylarından birisi, bir toplantı sonrası, - eğer içimizden birinin o anda arabası yanında değilse - onu mutlaka arabasıyla evine kadar götürmekti. Bunu engelleyemezdiniz. Mutlaka ısrar eder ve götürürdü dostunu.

Ne olduysa, o gün arabam yanımda yok, bir Irmak toplantısı sonrası beni arabasıyla evime götürüyor. Yine o meşhur Düldül'le gidiyoruz.  Malum ben Beşköprü'de oturuyorum. Dörtyol'dan E-5'e çıktık, İzmit'e döndük, Goodyear'ı geçtik. sağda benzin istasyonuna saptık, yan yoldan Beşköprü'ye saptık. Çark'a paralel döndük. Düz gitsek, Doğu Roma İmparatoru II. Jüstinyanus'un M.S. 559'da yatırttığı tarihi Beşköprü'ye girer. Hayır, biz sola döneceğiz. Dönmeliyiz.

Döndük. Tarihi Kadı Köprüsü'ne doğdu. Köprüden geçeceğiz. Ben diyeyim 100, siz deyin 110 derecelik bir viraj. Köprü üzerinde korkuluk da yok. Yılmaz Abi geniş aldı virajı. Evyah. Dereye uçacağız. Uçuyoruz adeta. Ben sağda öndeyim malum, köprüye girdik gireceğiz artık. Ben gayrı ihtiyari: - Hocammm, köprüüü, diye bağırdım. Yılmaz Abi, o her zamanki meşhur sükunetiyle: - Görüyorum Fahri, dedi. - Araba görüyor mu? diye bağırdım. - Sakin ol, tamam, korkma, dedi. Ama yüreğim ağzımda benim. Çark Deresi de dolu akıyor, işin kötüsü. Kış akşamı. Çark şehidi olmamız işten değil. Neyse son anda sert bir sol yaptı da Yılmaz Güney, bu seferlik kurtulduk.  

Ararlarsa Görüşüyoruz

2003-2014 arası. Ak Parti iktidarının ilk on yılı. Yılmaz Güney'in Sakarya Üniversitesinde yıllarca birlikte görev yaptığı, İhvan Kitabevi'ni birlikte kurup yürüttükleri, meşhur Çöplük'te akşamlarca birlikte muhabbet ettikleri yakın dostlarından biri artık Cumhurbaşkanı (Abdullah Gül), diğeri Tarım Bakanı'ydı (Sami Güçlü). Hatta SAÜ Kampüs Kafeterya'da evlenen en büyük kızının nikâh şahidi de o günlerin Tarım Bakanı Prof. Dr. Sami Güçlü hocamızdı. Sami Hocamızı, makam şoförünü yüz metre uzakta arabada bırakıp Yılmaz Hoca'nın Kampüse yakın oturduğu evin altındaki çöplüğe dostlarıyla muhabbete geldiğini dün gibi hatırlarım. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Sakarya'yı ziyaretinde (Şubat 2009) Sapanca'daki özel muhabbetteki ekipte Yılmaz Güney'in olduğunu da. O meşhur Van minit'ten üç beş gün sonra.

Dostlarının Cumhurbaşkanıyla, Tarım bakanıyla görüşüyor musunuz? sorularına Yılmaz Güney Hocamızın cevabı her zaman aynıydı:

            -Ararlarsa görüşüyoruz.

Onlar aramadığı, gelmediği, ziyaret etmediği sürece bir kez bile kendisi onları aramamıştı. Makamdan mevkiden gösterişten, afra tafradan bu kadar da uzak biriydi işte Yılmaz Güney.

Fahri Tuna'dan Şikâyetim Var

Emekli olmuştum. Kâh Mardin merkezli Güneydoğu, kâh Edirne merkezli Balkanlardan sorumlu vali danışmanıydım. Irmak'ın yayını da durdurmuştuk. Ayın üçte ikisini Adapazarı dışında geçiriyordum. Dolayısıyla Yılmaz Abi ile de eskisi kadar sık görüşemiyorduk.

Az görüşebildiğimiz günlerinde birinde karılaştığımızda,

-Fahri Tuna'dan şikâyetim var benim, diyerek söze girdi Yılmaz Abi.

-Fahri Tuna'dan asıl benim şikâyetim var, abi, dedim. Sen onu ayda yılda bir görüyorsun. Ben bu adamdan yirmi dört saat - üç yüz altmış beş gün ne çekiyorum!

Sustu, düşündü, ne diyeceğini bilemedi bir vakit. Hak vermiş olmalı ki,

            -Tamam, şikâyetimi geri alıyorum, dedi.  

Dayanıklı Tüketim Maddesiyim Ben

Uzun yıllar sigara denen meretle yakın ünsiyet kuran Yılmaz Abi'den şu sözü sık sık duyardık:

-Ben dayanıklı tüketim maddesiyimdir. Üç gün aç kalabilirim ama üç saat sigara içmeden duramam.

Hakikaten de sigara içmeden duramazdı. Belki bu nedenle, ağız kokusundan kimse rahatsız olmasın diye ağzında sık sık karanfil çiğnerdi. Benim sigara düşmanlığımdan, işyeri ve evimde içirtmememden de açıkça söylemese de rahatsızlığını yüzünden okuyabiliyordum. Sonra bir gün çıkageldi, adeta sevinçten uçuyordu: - Müjde sevgili Fahri. Sigarayı bıraktım. Artık gerçekten dayanıklı tüketim maddesi oldum.

Ben de çocuklar gibi sevinmiştim. Islama köfte ve kabak tatlısı ikramı ile kutlamıştık sevinçli haberi. Ama sinsi sigara, gün gelecek, hainliğini edecek, ölüm raporunda vefat sebebi olarak "çoklu organ yetersizliğine bağlı kua (sigaranın akciğerleri bitirmesi)" kaydıyla karşımızda yerini alacaktı.

Sevgili İsmail, Beni Sinirlendiriyorsun

Her şairin yazarın sanatçının günlük hayatında kullandığı, kendine özgü hitapları vardır. O kavram/terim, o şahısla adeta bütünleşmiştir. O kelime telaffuz edildiğinde o şahıs akla gelir hemen. Cancağızım dendiğinde Peyami Safa akla gelir hemen, Binaenaleyh denilince Süleyman Demirel, Netekim denilince Kenan Evren, tabiatıyla denilince Turgut Özal.

Peki Yılmaz Güney denilince ne akla gelir? Kendine yakın yaştakilere daha çok üstat diye hitap ederdi. Kendinden küçüklere, Sevgili İsmail, sevgili Mustafa, sevgili Fahri diye. Bilhassa telefonda.

Sevdiklerini seni kucaklıyorum diye uğurlar, sitem edeceği zaman ise beni sinirlendiriyorsun derdi.   Bu kavramlar ondan bize yadigâr artık. Güzel hâtıralar, emanetler.

Birbirine örülü yüzlerce anıdan oluşan hâtıralar zincirinin, ondan bize kalan özeti ise şu iki cümledir:

- Ben dayanıklı tüketim maddesiyim.

- Seni kucaklıyorum sevgili Fahri.

Bizler de seni ağabey. Bir gün cennette kucaklaşmak dileği ve duasıyla selâm gönderiyoruz sana.

Minnet, Fatiha ve muhabbetlerimizle güzel dost.