İnkitaya uğratılmaya çalışılan bir medeniyetin sesi, sözü, çığlığı.

Şiiriyle Davudî sesini birleştirmiş, kaynaştırmış, güzelleştirmiş şair.

‘Yedi Güzel Adam’ın gür sesi.

‘Yedi Güzel Adam’ın destansı sesi.

‘Yedi Güzel Adam’ın kılıcı, Hz. Hamza’sı.

Yedi Güzel Adam’ın diğerleri gibi o da Pakdil’den Karakoç’a, oradan da Necip Fazıl’a giden ana yoldan yürüdü. Hepsi de Necip Fazıl’ paltosunda, Karakoç’un gömlek cebinden Pakdil’in not defterinden çıktılar, elhâk. Ama yedisi de özgün yedisi de özgür yedisi de özerktirler; unutulmasın!

İstanbul’da hukuk, Ankara’da edebiyat okudu. Öğretmenlik, kütüphanecilik, daire başkan yardımcılığı, Akabe yayınları ve Mavera dergisi yöneticiliği, DPT’de sözleşmeli yöneticilik, Turgut Özal’ın isteğiyle bir dönem Anavatan Partisi’nden Maraş milletvekilliği yaptı. Bir daha aday olmadı; Meclis’ten, siyasetten İstanbul’a sığındı.

Bulunduğu her ortamın yiğit sesiydi o; her ortamın dev cüssesi, gür sesi aslında bir çocuk yüreği taşıyordu, bin bir hassasiyetiyle.

Betonlaşmış, gökdelenleşmiş devasa şehirlerin künhüne vakıf, onların ipliğini pazara çıkaran şair. ‘Şehirler çıplak/insanlar aç’ gerçeğini modern bir desatinî kahraman sesiyle haykıran şair. Şehirlerin/dünyamızın büyümesiyle insanın daha ‘minnacık’ kaldığının çığlığını kalplere duyuran şair. 

‘Gelen zamanı haber veren’ adam. ‘Gelen zamanların’ şairi.

Modern çağın hilelerine, desiselerine, yüksek yüksek binalarına bakar ve hükmünü, tam on ikiden vururcasına şöyle verir o: ‘Baktığımız her şeyde bir yalan kabuğu.’

‘Sebeb ey’ diye haykırışı, tüm haksızlıkların zulümlerin ezilmişliklerin çilesini, derdini, acısını hissetmesindendir, bizlere sebepleriyle aktarmasındandır yüreğindekileri: Koca çınarların yankısı da kocaman oluyor demek.

‘Sırtımda insan yüklü bir gök var’ dizesi, sanatçı duyarlığını da açıklamıyor mu onun.

‘Dağ gibi kabaran’ yürekti o, tertemiz Maraş Türkçesiyle şiir olup görünen.

‘Zaman içre sürüp gelen’ bir sesti onun şiiri, ‘savaşçı yüreğinden savaşçı yüreklere’ seslenen, yürek içine, ta ‘Boğaziçi’ne seslenen.

Yola Maraş’tan çıkmıştı ya, hem İstanbul’du o, hem Ankara. Hem Anadolu’ydu, hem Rumeli. Hem Sultanahmet’in güvercinleri, Gülhane Parkının ağaçlarıydı, hem Üsküp’ün koca çınarı, Prizren’in Akdere Köprüsü. O Kafkasya’ydı yer yer, Türkistan’dı, Azerbaycan’dı, Pakistan’dı. Vietnam’dı, Somali’ydi,  Kudüs’tü en çok, Mekke’ydi, Medine’ydi.

Hüzündü o biraz da. Hüznün, hüzünlerin, hüzünlerimizin adamıydı:‘Dünyanın en uzun hüznü yağıyor / Yorgun ve yenilmiş insanlığımızın üstüne’ diyordu.

Müslüman yürekli adamdı o; sonuna kadar… ‘Müslüman yürekler bilirim daha / kızdı mı cehennem kesilir sevdi mi cennet /  eller bilirim haşin hoyrat mert / alınlar görmüşüm ki vatanımın coğrafyasıdır / he rkırışığı sorulacak bir hesabı / her çizgisi tarihten bir yaprağı anlatır’ diyordu o gür, o Davudî sesiyle. İnsanının alınyazısını okuyordu çizgi çizgi, nokta nokta, benek benek.

‘İçimde çağlar var, bilmelisin’ diyordu, biliyorduk; çağların künhüne vakıf fanilerdendi zira.

Hayat felsefesi, dizelerinde gizlidir: ‘Bir yüzüm Batıya dönük / Bir yüzüm Doğuya / Arkamda bütün yönler / Önümde kıble!’

Bir çığlıktı, bir isyandı, bir haykırıştı, bir destandı o.

Bir muştu, bir müjde, bir umudun ta kendisiydi o.

‘Müjdenin kurşun yükünü’ taşıyan,

‘İmanın güneş yüzlü çocuğu’ydu zira.