Demokrasi Tiyatrosu ve Kolektif Stockholm Sendromu
Türkiye’nin modernleşme hikâyesi, bir dizi kırılma ve bu kırılmaların bastırdığı toplumsal talepler üzerinden okunur.
Cumhuriyetin kuruluşu, bir anlamda “toplum mühendisliği” projesidir.
Halkın bir bölümünü merkeze alırken diğerini çevreye itmiştir.
Bu kırılma, siyaset ve toplum arasındaki güven ilişkisini baştan zedeledi. 1960, 1971, 1980 darbeleri ve 28 Şubat gibi müdahaleler, siyasal taleplerin askıya alınabileceğini, devletin “halk için halka rağmen” kararlar verebileceğini öğretti.
2000’li yıllarda “AB uyum süreci”, “demokratikleşme paketleri”, “açılım” gibi hamleler bir umut doğurduysa da, bu umut kısa sürede otoriter konsolidasyona dönüştü. Bu da topluma şu mesajı verdi: “Hiçbir şey kalıcı değil, iktidar kimdeyse onun normu geçerli.”
Zihniyetin Sürekliliği: Değişen Aktör, Değişmeyen Oyun
Türkiye’de asıl mesele, “iktidarın kim olduğu” değil, “iktidarın nasıl olduğu” meselesidir.
Sağcı da olsa solcu da olsa iktidara gelenler, toplumsal sözleşmeyi değil, kendi sözleşmelerini uygular. İktidar olmanın, toplumun tamamına karşı sorumluluk değil, kendi blokunu tahkim etme hakkı verdiğine inanılır.
Bu, hukuk normlarının keyfi uygulanmasını meşrulaştırır. Aynı fiil birine “ödül,” diğerine “ceza getirir.” Aynı eylem bir gün “özgürlük” sayılırken ertesi gün “terör” sayılabilir.
İdris Küçükömer’in “Türkiye’de sağ soldur, sol sağdır” tespiti burada tam isabetlidir: sağ, halktan yana görünür ama “devleti” merkeze alır; sol, devrimci görünür ama “sıtatükoyu” korur. Sonuçta iki taraf da farklı isimlerle aynı “devletçi zihniyeti” yeniden üretir.
Toplumsal Psikoloji: Stockholm Sendromu ve Kolektif Yorgunluk
Bu çelişkiler, halkta bir tür “öğrenilmiş çaresizlik” yaratır. İnsanlar, adaletin gerçekleşmeyeceğine inanarak sistemle pazarlık yapmayı öğrenir. İktidar değişse de adaletin değişmeyeceğine dair bir kanaat yerleşir.
Bu kanaat, işçi sınıfının kendi çıkarına aykırı davranmasını, sendikaların mücadele yerine suskunluğu seçmesini, yoksulların kendi yoksulluğunu üreten mekanizmalara destek vermesini açıklar.
Psikolojik olarak bu, Stockholm sendromuna benzer: mağdur, failin gücünü içselleştirir, hatta onu meşrulaştırır. Çünkü sistemin değişmeyeceğine inanır. Bu da politik muhalefeti zayıflatır, toplumsal talebi bastırır, demokrasiye olan inancı aşındırır.
Siyasetin Absürt Tiyatrosu
Bu ortamda siyaset bir çözüm üretme aracı olmaktan çıkar, bir tür tiyatroya dönüşür.
Aynı iktidar hem AB müzakere sürecini başlatır hem bitirir; hem Kürtçe yayın açar hem “bilinmeyen dil” der; hem İstanbul Sözleşmesi’ni imzalar hem fesheder. Bu durum, ideolojilerin içini boşaltır, geriye sadece iktidarın gücü kalır.
Muhalefet de bu oyunda rolünü oynar: statükoya meydan okumak yerine onun güvenlik valfi olur, sistemin devamını sağlar. Bu yüzden muhalefet partileri bile, bir noktadan sonra iktidarın hatalarını değil, iktidarın hangi klik tarafından yönetileceğini tartışır.
Çıkış Yolu: Kavramların İadesi
Bu kısır döngüden çıkış, kavramların yeniden asıl anlamlarına kavuşturulmasıyla mümkündür.
ADALET, gerçekten herkes için adalet olduğunda; HUKUK, gerçekten herkes için eşit uygulandığında; DEMOKRASİ, sadece seçim günü sandığa gitmek değil, hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı bir rejim olduğunda kırılma başlar.
Bu da sadece siyasi bir reform değil, zihinsel bir dönüşüm gerektirir: iktidarın “devlet için halk” anlayışından, “halk için devlet” anlayışına evrilmesi gerekir. (Gökhan Dihkan paylaşımıdır)
Not: Ziyonist lanetli canilerin, insanlığın en barbar, en vahşi GAZZE ve DİRENİŞ CEPHESİNE yönelik mezalim ve soykırımlarının 765.günü. Ve yerkürede bütün ilahi ve beşeri kanunların ayak altına alındığı, akıl ve vicdanın yok sayıldığı kapkara günler! Lanetlemek yetmez, aynı muameleye tabi tutulmalarını diliyor, niyaz ediyoruz.
Kaynak: YENİ SAKARYA GAZETESİ