15 Temmuz kalkışmasının ardından, çok çok tabii olarak, bu kalkışmanın içinde ve arkasında olanlarla ilgili olarak  araştırma, delil toplama, tutuklama ve yargılama süreci başlamış bulunmaktadır.

               Bu süreçte devlet organlarına düşen vazife,  suçluların bulunması, ortaya çıkarılması ve adil yargılanmasıdır.

              Hiç şüphesiz burada dikkat edilmesi gereken ve edilecek olan; “suç varsa ceza vardır,”  yargılanma tamamlanıp, suç kesinleşene kadar “masumiyet karinesi”  ve “suçun şahsiliği” pırensibinin esas olması/olacağıdır.

              Ayrıca, yargılama esnasında tutukluluk süresinin mümkün mertebe az olması, gerekli tedbirleri alarak “tutuksuz yargılamaya,” “kurunun arasında yaşın yanmamasına ” ve tutuklananların çoluk çocuğunun maddi ve manevi zarar görmemesine  azami özen gösterilmelidir/gösterilecektir.

              Devlet acele etmez, sabırla hareket eder ve en doğru sonuca ulaşmak için her türlü tedbiri alır. HUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNÜ temel hareket noktası olarak belirler. Karşı tarafa da kendini anlatma ve savunma hakkını verir/verecektir.

           Devlet bu şartlar dahilinde vazifesini yaparken, vatandaş olarak bizlerinde, yazılı ve görsel basının  da çok büyük sorumlulukları bulunmaktadır.

           Öncelikle, “ Ey mü’minler! Allah için hakkı ayakta tutan hâkimler ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa/kavme/guruba olan kininiz, sizi adaletsizliğe götürmesin. Adalet yapın ki, o takvaya en çok yakın olandır. Allah’tan korkun. Çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Maide Suresi, 8.Ayet)” İlahi buyruğuna titizlikle bağlanmamız ve riayet etmemiz gerekmektedir.

             Düşmana bile adaletle davranmak,  Müslümanların temel şiarıdır/olmalıdır.

             Bu memlekete ihanet edenlerin, ülkeyi satanların, düşmanlar adına casusluk yapanların. darbeye kalkışanların, kasten can alanların, teröre karışanların, yardım ve yataklık edenlerin, zorla tecavüz suçu işleyenlerin en ağır cezayı alması ( İDAM edilmesi) ve bunu beklememiz ve  talep etmemiz, en tabii hakkımız ve hassasiyetimiz olmalıdır/ olacaktır.

             Bunu yaparken, bizim de en az devlet kadar adil olmamız, yargısız infazlara girişmememiz, dedikodu ve gıybet  kapılarını sonuna kadar açarak, herkesi  doğrudan veya potansiyel suçlu/darbeci ilan etmememiz, hiçbir delile sahip olmadan insanları yaftalamamamız gerekmektedir.

            İçinde bulunduğumuz dönemde, çarşıda pazarda, sokakta kahvede ve her yerde bir “yaftalama” ve “karalama” kampanyasının  bütün hızıyla sürdüğünü, görmeden ve hiçbir delile sahip olmadan insanları mahkum etmeye çalışıldığını, yangına benzinle gidildiğini görmekte, insanlık ve hukuk adına dehşete düşmekteyiz.

           Her tutuklanana ,” vurun abalıya” demek, hemen suçlu ilan etmek, asıllı asılsız ihbarlarda bulunmak, dedikodu ve gıybet ile bunu yaymak, toplumu fesat eden çok tehlikeli hastalıklar, vebali çok ağır hareketlerdir.

           Sadece “gıybetin; “  “kardeşinin ölü etini yemek” gibi ve çok ağır bir “günah,”  “iftiranın” ise,  büyük bir “cinayet” olduğu unutulmakta, her zaman olduğu gibi bugün de her iki büyük suçu çok ucuz bir şekilde işlediğimize şahit olmaktayız.

            Hiç şüphesiz, elimizde kesin bulgu ve belge varsa ve suçlu olduğuna inanç ve ihtimalimiz varsa, böylelerini de ilgili mercilere haber vermek  insani  vazifemiz olmalıdır.

             Ancak, yalan, dedikodu ve  iftira ile insanları “zan” altında bırakmak, başına gelenlere ve geleceklere sevinmek insani bir erdem asla değildir.

             Bu insanlara bile acıyarak bakmak, düştükleri duruma asla sevinmemek, “keşke akıllarını kullansaydılar” temenni ve duasında bulunmak en tabii refleksimiz olmalıdır.

             Sadece onları değil, teröre bulaşmış gençleri bile, bir yandan en şiddetli bir şekilde lanetlerken, diğer yandan onlara bile acımalı, gencecik beyinlerin kandırılarak ve yıkanarak nasıl bir ölüm makinesine döndürüldükleri, onların kuklacı değil kukla oldukları, hepsinin bir ana babaya sahip oldukları ve terörle can verirken birçok ailenin, ana ve babaların helak olduğunu, “ ne iyi ettiniz de öldürdünüz” demediklerini, diyemeyeceklerini unutmamalıyız.

              1980 Öncesi, her iki cenahtan binlerce genç teröre kurban giderken de( hepsi benim emsalımdır),  hepsine acır, nasıl kullanılarak ülkeye ve kendilerine zarar verdiklerini ibretle izler, Mahir Çayan ve arkadaşlarına  bile hala üzüldüğümü ifade etmek isterim. Hiç şüphesiz  inandıkları  kendi reçetelerine göre bu ülkenin kurtulacağına inanıyor, onun için mücadele ediyor, ama ipin dış güçler/ kuklacılar elinde olduğunu bilmiyor/ bilemiyorlardı.

              Onun için, çok dikkatli davranmalı, YANGINA BENZİNLE DEĞİL SUYLA GİTMELİ, kesin bilgi ve delil olmadan konuşmamalı, yargısız infaz yapmamalı, kolay yaftalardan kaçınmalı, olaylara adaletle bakmalı, zor duruma düşünlere sevinmek yerine acımalı, yalandan atılan bir çamurun bile kalıcı iz bıraktığını unutmamalı, suçsuz yere hiç kimseye maddi ve manevi zarar vermemeli, ama,  SUÇU KESİNLEŞENLERİNDE HAKETTİKLERİ CEZAYI ALMASINI  beklemeli, onlara en ufak bir müsamaha göstermemeliyiz.

             Daha da önemlisi, gerek darbeciler  ve gerekse hain cani şebekesinin birer kukla, esas olan “KUKLACININ” olduğu unutulmamalı, tüm enerjimizi, hem devlet ve millet olarak “kuklacılar” üzerine yoğunlaştırmamız gerektiği, cani şebekesi ve Suriye-Irak uzantılarının esas tehdit olduğu, onların da üzerine aynı kararlılık, yöntem ve kapsamda gidilmesi gerektiği, emperyalist ve Siyonistlerin BOP kapsamında her türlü namussuzluk peşinde oldukları gözden kaçırılmamalı, tam bir birlik, kardeşlik ve“kuvayı milliye” ruhu ve örgütlenmesi içinde olmalıyız.