“ Yitirilen Miras: Adnan Kahveci'den Günümüze Devlet Ahlakı ve Yolsuzluk Sarmalı
Bir ülkenin hafızasında bazı isimler, sadece yaptıkları görevlerle değil, o görevleri icra ederken sergiledikleri duruşla yer eder.
Merhum Devlet ve Maliye Bakanı Adnan Kahveci, bu nadir isimlerden biridir.
Mucit kimliği ve parlak zekâsının ötesinde, onu bugün bile her kesimden insanın hayırla yâd etmesini sağlayan şey, devlet adamlığı anlayışının merkezine yerleştirdiği erdem ve sadeliktir.
Evi kredili, bankada birikimi olmayan, devletin kurumu Sümerbank'tan giyinen ve pahalı uçak biletleri yerine karayolunu tercih eden bir bakan portresi, bugünün siyasi ikliminde bir ütopya gibi görünse de, yakın tarihimizin somut bir gerçeğidir.
Adnan Kahveci, şatafatı ve israfı reddederek, "itibardan tasarruf olmaz" şeklinde formüle edilen ve kamu kaynaklarının kişisel prestij için harcanmasını meşrulaştıran zihniyete karşı en net tavrı yaşantısıyla göstermiştir.
Onun bıraktığı en büyük miras, belki de şu veciz sözünde saklıdır: “DEVLET ADAMLARI FAKİR ÖLMELİDİR Kİ, İDARE ETTİKLERİ MİLLETLER ZENGİN VE MESUT OLSUNLAR.”
Bu cümle, basit bir temenniden çok daha fazlasını, bir yönetim felsefesini ifade eder.
İdarecilerin kişisel zenginleşme arzusunun, toplumun fakirleşmesiyle doğru orantılı olduğunu; bir ülkenin refahının ilk ve en temel şartının, yönetici elitin dürüstlüğü olduğunu vurgular.
Yolsuzluk: Yukarıdan Aşağıya Yayılan Bir Zehir
Kahveci’nin kurduğu bu bağ, bugün sosyolojik bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır.
Yolsuzluk, sadece birkaç kişinin haksız kazanç elde ettiği münferit bir suç değildir. Tıpkı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçmişte ifade ettiği gibi, “Bir ülkede yolsuzluk varsa o yukarıdan aşağıya doğru gelir.”
Bu, en tepedeki hoşgörünün veya bizzat katılımın, bürokrasinin en alt kademelerine kadar bir çürüme silsilesini nasıl meşrulaştırdığını anlatan acı bir tespittir.
Yönetici, kendisi için meşru gördüğü bir ayrıcalığı, altındaki amire, o amir de kendi memuruna bir hak olarak devreder. Böylece, kamu gücünü kişisel çıkar için kullanma kültürü, bir KANSER HÜCRESİ gibi devletin tüm organlarına yayılır.
Bu kapsamda idareci tanımını yalnızca siyasi aktörlerle sınırlamak büyük bir yanılgıdır. Merkezi yönetimden yerel yönetimlere, atanmış bürokratlardan yargı mensuplarına kadar kamu adına yetki kullanan herkes bu sorumluluğun bir parçasıdır.
Nitekim Anadolu Başsavcısının yargıdaki parasal döngüye dair endişeleri, bu çürümenin en hayati ve dokunulmaz olması gereken bir alana dahi nasıl sızabildiğinin kanıtıdır.
Adaletin parayla, nüfuzla veya siyasi yakınlıkla ölçüldüğü bir yerde, toplumun devlete olan güveni temelinden sarsılır. Unutulmamalıdır ki yolsuzluk, sadece çalınan bir para değil, 86 milyon insanın ortak hakkına, tüyü bitmemiş yetimin geleceğine uzatılmış bir eldir.
Kaçırılan Fırsat: Siyasi Etik Yasası ve Düşüşün Kronolojisi
Türkiye’nin yolsuzlukla mücadele tarihinde 2016 yılı, kritik ve bir o kadar da talihsiz bir dönüm noktasıdır. O yıl rafa kaldırılan “SİYASİ ETİK YASASI”, eğer hayata geçebilseydi, sadece bir denetim mekanizması kurmakla kalmayacak, aynı zamanda kamuda bir ahlak ve şeffaflık devrimi başlatma potansiyeli taşıyacaktı.
Bu yasa, kamu gücünü kullanan her bir bireyin mal varlığından yaşam tarzına, yakın çevresinin edindiği imtiyazlardan aldığı hediyelere kadar geniş bir yelpazede denetlenmesini öngörüyordu. Tabiri caizse, yöneticinin “YEDİ CEDDİNİ” mercek altına alarak, gücün getirdiği yozlaşma ihtimaline karşı güçlü bir set çekecekti.
Ancak, Erdoğan'ın “İL, İLÇE BAŞKANI BULAMAYIZ ” sözü ve gerekçesiyle yasanın engellenmesi, aslında örtük bir itiraftı. Bu, mevcut sistemin ve siyaset yapma biçiminin, bu denli köklü bir şeffaflığı ve ahlaki sorgulamayı kaldıramayacağının ilanıydı.
Bu yasanın yokluğunda ne olduğunu görmek için uluslararası endekslere bakmak yeterlidir. ULUSLARARASI ŞEFFAFLIK ÖRGÜTÜNÜN YOLSUZLUK ALGI ENDEKSİ’NDE BİR ZAMANLAR 40’LI, 50’Lİ sıralarda yer alan Türkiye, istikrarlı bir DÜŞÜŞLE bugün 115. SIRAYA gerilemiştir. NEPAL, ENDONEZYA, ETYPYA ve ZAMBİYA gibi ülkelerin dahi BİZDEN DAHA İYİ bir konumda olması, gelinen noktanın VAHAMETİNİ gözler önüne sermektedir.
Bu veriler, sadece bir sıralama değil, ülkenin uluslararası İTİBARINA, yatırım çekme potansiyeline ve en önemlisi kendi vatandaşının devlete olan GÜVENİNE vurulmuş birer darbedir.
Toplumsal Sonuçlar: Yıkılan Orta Direk ve Hapsedilmiş Düşünceler
Yolsuzluğun bedeli sadece ekonomik değildir; aynı zamanda derinden sosyolojiktir.
Kamu gücünün yozlaşması, yalnızca maddi bir hırsızlık değil, aynı zamanda topluma karşı bir eziyettir.
Yolları kapatan siyah, çakarlı araç konvoyları, sıradan vatandaşa “biz farklıyız, biz üstünüz” mesajını veren bir güç gösterisidir.
Bir yanda şatafat içinde yaşanan hayatlar, diğer yanda temel ihtiyaçlarını karşılayamayan milyonlar varken, "bir yanımız Paris, diğer yanımız Bangladeş" tespiti, toplumdaki makasın ne denli açıldığını özetler.
Rahmetli Turgut Özal’ın ülkenin omurgası olarak tanımladığı “orta direk”, yani eğitimli, üreten ve devlete vergisini ödeyen orta sınıf, artan vergi yükü ve azalan alım gücüyle en fazla ezilen kesim haline gelmiştir. Bir toplumun direkleri yıkıldığında, o toplum ayakta kalmakta zorlanır.
Belki de en tehlikelisi, bu maddi çöküşe eşlik eden manevi ve zihinsel erozyondur.
Yolsuzluğun normalleştiği, liyakatsizliğin kural haline geldiği bir ortamda, ahlak ve erdem gibi kavramlar değerini yitirir. Daha da kötüsü, yaygınlaşan baskı ve korku iklimi, en temel sorunları dahi konuşmayı imkânsız kılar. İnsanların sadece bugün ne söyleyeceklerini değil, üç veya beş yıl önce ne söylediklerinin hesabını yapmak zorunda kaldığı bir ruh halinde, düşünceler de hapsedilmiş demektir.
Bu noktada o kilit soruyu tekrar sormak gerekir: Ekonomik buhranın, sosyal adaletsizliğin ve ifade özgürlüğüne yönelik baskıların gölgesinde, böyle bir ruh ortamında yolsuzluk kimin derdi olabilir ki?
Cevap basittir: Geleceğini, çocuklarının hakkını ve onurlu bir yaşam idealini kaybetmek istemeyen herkesin derdi olmalıdır.
Çünkü Adnan Kahveci’nin mirası bize şunu hatırlatır; bir devleti ayakta tutan şey, kasasındaki paradan önce, yöneticilerinin vicdanındaki ahlaktır.” (G.Dihkan paylaşımıdır)
GAZZE NOTU: İnsanlık tarihinin en vahşi mezalim ve soykırımının 714. gününde, sahabe neslinin son canları da katledilmek üzere. Direniş cephesi hariç herkes bu imtihanı kaybetti. Zulüm arşa değdi, insanlık bitti! SÖZ DE BİTTİ!