Tam yüz yıl geçmiş, yani bir asır…Bir şairin, kendi halinde, evinde, odasında olmayı seven ama “odası dünyadan büyük” bir şairin, “hayatı kasten daraltan” ve o darlıktan bir büyük şiir çıkarabilen “kırık inceliklerin şairi”nin, Behçet Necatigil’in doğumundan bu yana, tam bir asır geçmiş.

Hani şu, şiire en uzak olanlarımızın bile hiç değilse okul kitaplarından aşina olduğu, edebiyata biraz ilgisi olanların, “Evet, Sevgilerde şiiri onundu” diyeceği, beğenisi incelmiş okurların ise modern Türk şiirini onsuz düşünemeyeceği şair…

Dışavurumculuğu, deneyselliği, dil arayışları vb. hepsi bir tarafa, Necatigil’iNecatigil yapan en önemli şey, kuşkusuz ortalama Türk toplumunun şairi olmasıydı. Vasatı yakalayabilmiş, orta direğin duyarlığını dizelerine taşımıştı. Kendisi de farkındaydı bunun, onun için şöyle diyordu:

“Şiir, varlıklı-yoksul, ikisinin de uzağındadır; sesini ancak orta hallilere duyurur!”

Bu durumun farkına vardığında şiirin “gurbet burcu”ndan “hasret burcu”na çoktan geçmiş ama arayışları bitmemişti henüz. “Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta” diyen Necip Fazıl gibi, o da bulunduğu yerle yetinemezdi, yetinmedi de. Ama derdi kendini büyütmek, adını yaldızlamak filan değildi onun. Orada, ufukta ne vardı? Onun peşindeydi işte, sanki Kaf Dağı’nın ardındaki kuşlar padişahını, şu meşhur Simurg’u arar gibi.

Bu “Dar Çağ”da, “Yaşıtlarla tartıyorlar, eşitlerle değil” dediği bu “çok çiğ çağ”da, kendini gerçekleştirmenin, gerçekleştirdikten sonra bunun bile bir hiç, bir vehim olduğunun, her şeyin sonunda hiç’e döndüğünün, insanın eskidiğinin, zamana yenik düştüğünün farkına vardığı o eşikte durdu. “Yazdık da ne oldu?” diye düşündü orada. “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” diyen Yunus Emre’yi, “Tedbirini terk eyle, takdir Hüda’nındır / Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümanındır” diyen Galip’i duydu. Simurg neredeydi ki kendi içinden gayri? Bir etrafa bir kendine bakındı, yazmıştı da ne olmuştu?

Sahte benlikler, gelgeç mutluluklar ve beyhude hüzünler yerine hayatın ve var olmanın özüne, kısacası hikmete, şiirin “hikmet burcu”na mı kanat açıyordu Necatigil? Herhalde öyleydi ki, sadeliği, dinginliği tercih ediyordu hem sanatta hem de hayatta. Türk şiirinin en sade, en kendi halinde şairlerinden biri olan Ziya Osman Saba için “Şairim Ziya Osman” diyordu mesela.Yahut eşine yazdığı mektupta “Bul Erbaa’da bir dükkân, gidelim, bakkallık edelim, bıktım bu şehirden” diyerek kalabalığın, büyük şehrin sıkıntısından kaçmak, tenhaya, dinginliğe kavuşmak istiyordu. “Yokum ben, bıktım, gerçek bıktım” diye yazıyordu şiirinde.

Haklıydı, “yaşamak azaptı(r)” çünkü çok zaman, hele bu çağda!

Evet, yaşamak azaptı belki ama yaşamadan da yazmadı, dedi ki:

Ölçümlemedimse bütün ölçümler boşuna

Yağmurların sözü nasıl edilir

Alnım ıslanmadıysa serin yağışlarında

Türk şiirinin “Asfalt ovalarda yürüyen abdal”ıydı. “Kalır bir şeylerimiz bir kişide / yakınsa” dedi, her birimizde farklı bir şeyler bıraktı… Ve aramızdan ayrıldı.

Bir şair mi gördünüz? Ona ustasını sorun. Gülün ustası olmasa da şairin muhakkak vardır, belki açık etmek istemez, ama vardır. Necatigil’in ustası Yunus’tu, Nedim’di, Şeyh Galip’ti, Rilke, Heine, Hölderlin’di! O ustalardan devşirdi, yarattı kendi şiirini. Ve o böyle Behçet Necatigil oldu.

Önümüzdeki Salı günü,Adapazarı’nda, AKM’de bir panel düzenleniyor, Behçet Necatigil Yüz Yaşında paneli. Usta şairi en iyi anlayan ve yorumlayan akademisyenlerden ikisi, Hasan Akay ve Yılmaz DaşcıoğluileNecatigil’i ustası bellemiş şairlerimizden Ercan Yılmaz orada konuşacaklar. Biz de orada, onları dinleyeceğiz, dünya çapında bir Türk şairin bıraktığı ölümsüz şiirin peşinde olacağız.Siz de geliniz, sahi sizin burcunuz neydi?