Seneler önce, bir gün, Adapazarı garındayız, yürüyoruz. Yanımdaki ablam olmalı, diyor ki, burası Türkiye’nin en uzun garlarından biri. O öyle deyince iyice uçsuz bucaksız görünüyor gözüme gar. Oysa çocuklukta her şey büyük, devasa ve büyülü biraz da!

Tren istasyonları veya garlar, ne derseniz deyin, her zaman anlamlıdır, çünkü hem ayrılığın mekânıdır hem kavuşmanın. Bir araya gelmenin sevinciyle atılan kahkahalar,  terk edilişin hüznüyle dökülen gözyaşları, hepsi oradadır.

Bir şehrin içinden tren geçmesi ne güzeldir değil mi? Bir gara veya ufak da olsa bir istasyona sahip olması o şehrin yahut kasabanın… Adapazarı, trene aşina bir şehirdir işte. Tren hem içinden hem kenarından geçer bu şehrin, doğrusu, geçerdi yakın zamana kadar! Şimdi o günler uzak birer hatıra olup çıktı ne yazık ki!

Adapazarı garına artık trenin girmemesine üzülüyorum, tıpkı Haydarpaşa garına üzüldüğüm gibi. Biraz uzun ve netameli sürse de ne keyifli bir yolculuktu Adapazarı’ndan Haydarpaşa’ya gitmek trenle! Biraz gazete biraz kitap okursun, acıktıysan, simitçi mutlaka geçer Sapanca’ya varmadan, alır yersin bir tane. Baharsa bembeyaz çiçeklenmiş ağaçlar, yemyeşil kırlar içinden geçersin İzmit’e kadar. İndi bindi çoktur, hem gidişte hem dönerken, oturacak yer bulamadığın olur kimi zaman, ama ne gam! Onun bile ayrı bir tadı vardır hatta akranlarınla sohbet edersin, ya da iş çıkışı yorgun argın eve dönen işçi amcayla. Hepsi güzeldir. Bugünden bakınca hele, daha güzeldir.

Çünkü artık trenimiz yoktur!

Haydarpaşa’ya vardığında hissettiğin neşe ve heyecan… Kalabalık, cafcaflı çarşılara girmek; vapura binmek, belki tramvaya; Eminönü’nde balık ekmek veya güzel bir yemek yemek İstiklal’de, Mısır Çarşısı’nda baharat kokuları, Sultanahmet’in tarif edilemez büyüsü, Kapalı Çarşı’nın albenisi… Eyüpsultan’da hissettiğin huzur, Kadıköy çarşısında kapıldığın kargaşa… Hepsinin kokusunu daha trenden iner inmez duyduğun yerdir Haydarpaşa!

Ve şehrine, köyüne dönüş, yine oradan, Haydarpaşa’dan başlar işte! Elin kolun dolu mudur, yahut sadece bir kitap mı vardır koltuğunda Kadıköy rıhtımındaki kitapçıdan son anda aldığın? Yaşın küçükse mutlaka babanla Tahtakale’den aldığınız çek bırak araba elinde, üniversiteliysen yine yarısı kitap dolu bavulunu sürüklersin son trene yetişmek için. Bazen de garın hemen girişindeki çeşmeden su içip yan taraftan rıhtıma iniverirsin. Trenin kalkmasına çok vardır, oyalanırsın martılarla, vapurlarla…

Bir akşamdı, orada, o rıhtımda beklemiştim elimde telefonla. Aramasını beklediğim aramamış, ben kararsız, bilet de almamıştım, telefon çalıverir diye. Kediler de martılar da bir yere kadar! Trenin kalkmasına iki dakika kala, çaresiz, gişeye gidip aldım bileti, koşar adım trene bindim. Sıcak, kalabalık ve gürültü… Benim telaşım başkaydı. Telefon çalmamıştı! Bu kadar mıydı? O hengâmede, bir şeyler karalamıştım ajandama, şöyle şeyler: “Trenler kadar dolu içim / Sakin, vapurlar kadar…”. Hâlbuki hiç de sakin falan değildim! Dahası, ne kadar tenhaymış o zaman içim, şimdiyle kıyasladığımda!

Geçen gün, artık trenlerin uğramadığı Adapazarı garının hemen karşısında, sıra sıra tabureler dizili bir çay ocağında oturdum, çay içtim. Seyrettim çınarları, kargaları, kimi sakin kimi telaşlı yürüyen insanları. Hiçbirinde trene yetişmek endişesi yoktu. Tren hayatlarında yoktu! Kocaman bir ADAPAZARI yazısı okunuyordu garın girişinde, üstelik genişçe bir meydanı da vardı bu garın. Fakat ne bir anons, ne de koşturan yolcular!

Şimdi, içimin bu sözde değil gerçekten kalabalığında, bir şehri şehir yapan maddi ve manevi bütün değerlerin zamanla nasıl değiştiğini, hatta hayatımızdan çıkıp gittiğini fark etmenin burukluğuyla, bir kompartıman daha yok oluveriyor sanki hayat trenimde göz göre göre.

Geçen gün, sıradan bir öğleüstü, bir tanıdığın iş yerinde tanıştığım adam, garın kaldırılmasını, trenin şehre girmemesini savundu durdu hararetle. Trafik oluyormuş! Doğrudur, ama o trafiği çözmenin yolları olduğundan, mesela Madrid’in göbeğinde, üstelik sabahleyin işe gidiş vaktinde, istasyona nasıl kolayca ulaşıp aynı kolaylıkla trene biniverdiğimizi anlattım. Bir mana veremedi. Trene bir ünsiyeti yoktu herhalde. Birazdan dolmuşa binip eve gidecekti zaten.

Trenlerin şiiriyeti mi? O da bir başka yazının konusu.