18 yaşında, İstanbul’da, İstanbul’a hayran bir üniversite öğrencisiydim. Bir kasım ikindisinde, Eminönü’nden bindiğim Kadıköy vapurunun güvertesinde oturmuş denizi, Sarayburnu’nu, Topkapı sarayının ihtişamını seyrediyordum. Baktım, Orhan Veli’nin şiirindeki Süleyman Efendi tipinde bir adam yanımda belirivermiş. Güvertenin ahşap iskemlesine oturur oturmaz elini ceketinin cebine atan adam avucuna doldurduğu kuruyemişleri iştahla yemeye başladı. Şairane etrafı seyretmeye çabalayan bendeniz de ister istemez adamın hareketlerine takılmıştım. Fındık, leblebi nevinden olanlar üçer beşer ağza atılıp katur kutur yeniyor, çekirdek ve diğer kabuklu yemişlerse ayıklandıktan sonra iç kısmı mideye, kabuklarıysa denize atılıyordu! O zamanlar insanın içindeki iyilik ve güzelliği her ne olursa olsun muhafaza edeceğine ve çevresiyle uyum içinde yaşamayı öğrenebileceğine dair inancımı henüz yitirmemiş olduğumdan bu manzara beni şaşırtmıştı. Çok fazla dayanamadım tabii, vapur açıktan Kız Kulesi hizasına geldiğinde kuruyemiş mesaisine devam eden Süleyman Efendi’yi biraz sert bir dille uyardım: -Kabukları neden denize atıyorsunuz?!
Adam, istifini hiç mi hiç bozmadan, soruya soruyla karşılık verdi: -Ya nereye ataydım?
Bu, tam da kendisinden beklediğim kalitede bir cevaptı. Soğukkanlılığımı kaybetmeden bu kez daha sert bir tonda devam ettim:
-Cebine koy, cebine!
Adam buna da, suratı lise yıllarında okulun önünden aldığımız kıymasız sokak lahmacunundan bile daha pişkin, şu dâhiyane cümleyle karşılık verdi:
-Deniz varken, cebimi niye kirleteyim?
Yıllar geçmiş, o adam nerelerdedir, ölmüş müdür yaşıyor mudur, bilmem ama İstanbul’un denizi hâlâ orada, direniyor! Daha fazla kazanmak uğruna masraftan kaçarak kurmadığımız arıtma tesislerine, hoyratça içine boca ettiğimiz kanalizasyon, çer çöp ne varsa hepsine rağmen deniz de duruyor martılar da. İnsanlarsa değişiyor sürekli; dünün, vapurlarında ütülü pantolonları, ceketinin cebinde ipek mendili ve kravatıyla oturan, cadde üstünde fotör şapkasını hafifçe kaldırarak birbirini selamlayan beyefendiler nostaljisi bile unutuldu neredeyse. Nesiller yenileniyor, kılık kıyafet, yaşam biçimi, düşünce biçimi, iletişim biçimi… Hepsi değişiyor. Teknolojimiz de gelişiyor her gün, o teknolojiyle şehirlerin altını oyuyor, tüneller kazıyoruz; kanallar, köprüler açıyoruz… Fakat bir şey var, eksik bir şey…
Yaşadığımız yeri sevmiyoruz! Sokağımızı, mahallemizi, semtimizi, şehrimizi sanki bizden uzak, bize ait olmayan bir şey gibi görüyor, ona değer vermiyoruz. İlk fırsatta terk edecek sevgili gibiyiz, bağlılığımız yok. Dahası, düşmanız sanki şehrimize! Yetmişli yılların Yeşilçam filmlerinde rastladığımız, taşradan göçüp gelmiş kahramanın yüksek bir tepeden şehre doğru yumruklarını sıkarak “Seni yenecem İstanbulll!” diye haykırdığı sahneyi hatırlarsınız. Bu sahne artık gerilerde kaldı. Kimsenin şehri yenemeyeceği anlaşıldı çünkü. Şehir seni çarpar böler, içini dışına çıkartırdı isterse. Sen onu yenmeye kalkarken farkına varmadan hem de… Hiçbir şehri yenemezsiniz öyle kolay kolay, hele ki İstanbul’u. Sonunda Yiğit Özgür’ün karikatüründeki adamın durumuna düşüverirsiniz işte. Hani şu, “Seni Yenecem İstanbul!” diye bağırdıktan sonra İstanbul’u yenemeyen, Konya’yı ve Kütahya’yı da yenemeyip, en sonunda Bartın’ın Dırazlar köyünde bir sincapla dalaşırken ölen Halil Bankaroğlu’nun durumuna! Kolaydı öyle, sen kimi yeniyorsun?
Asıl mesele, bir şehri yenip yenememek değil, bu noktaya nasıl geldiğimizdi tabii. “Bu şehr-i İstanbul ki bî-misl ü bâhâdır / Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır”dan, “Seni yenecem İstanbul!” noktasına nasıl geldiğimiz... Yaşadığı şehirle barışık, ona layık olmaya çalışan, onu daha da güzelleştiren insanların o zarif kültüründen, şehrine düşmanca, nefretle, fırsatını bulduğunda canına okuyacak bir kinle bakanların kültürsüzlüğüne nasıl geldiğimiz… Ve bugün, hâlâ, bitmez bir ataletle, nasıl umursamaz, nasıl uzak ve yabancı olduğumuz şehrimize… Ziya Osman Saba’nın şiirindeki şu duyarlılığı, şehri aziz bilen şu bakışı ebediyen kayıp mı ettik yoksa?
Bir daha görüyorum seni dünya gözüyle,
Göğün hep üstümde, havan ciğerlerimdedir.
Ey doğup yaşadığım yerde her taşını
Öpüp başıma koymak istediğim şehir!
Ne yazık, şehirlerin içinde kaçak, kopuk, eğreti birer yaşantıyı sürdürür olduk. Kavafis’in o meşhur dizesini, “Bu şehir arkandan gelecektir”i dizi film adı yapmak kolay da, o arkandan gelen şehre yüzünü dönüp bir kez olsun yüzleşmek, işte o zor, çok zor…
Şehirler savaşmak ve yenmek için değil, yaşamak içindir oysa!