Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin ‘ Tek Dişi kalmış  Batılı canavarlar’ tarafından,  barbarca mezaliam ve soykırımla yıkılmasından, Balkanlardan, Kafkaslardan, Asya ve Afrika’dan çekilip, küçücük  Anadolu yarımadasında  kurulan Cumhuriyetin ilk yıllarında,

             Birçok cephede savaşlardan yeni çıkmış, Rus işgali ile muhacirliği en acı bir şekilde yaşamış ( hem baba hem de anne tarafından dedelerimiz) ebeveynlerin evlatlarından biri olarak, kıtlık ve yokluğun, yoksulluğun can yaktığı, bir dönemde, 17. Yüzyılda Osmanlı’nın Bosna vilayetinden, yine Osmanlı’nın Tırabzon vilayetinin 750 rakımlı Tonya ilçesinin Kaleönü köyüne  yerleşmiş atalarının, 20.yüzyılın ilk çeyreğinin kuşağı olarak 1924 yılında dünyaya gelmişti. (Baba dedelerimiz ‘Karamusaoğulları’, anne cenahımız ise hala ‘Boşnakoğulları’ diye anılmakta ve adlandırılmaktadır.)

              Türklük ve Müslümanlıktan başka bir tanımlama bilmeyen nenemiz, son yıllarda çok çok nadir baktığı tv ekranında, sakallı ve Arap giysili birini gördüğünde, sakallı ve örtülü kıyafetinden hareketle  Müslüman olduğunu anlayarak ya da o kanıya, zanna  vararak,  ‘Osman bu adam Türk müdür’ diye sorar, Türklüğü Müslümanlıkla aynı anlamda kullanırdı.

              1950’li yılların başında teyze çocukları olarak yuva kurmuş, başlangıçta Zonguldak maden işletmesinde, akabinde 1963 yılında Almanya’ya işçi olmuş ve 1975 yılına kadar gurbette kalmış, birisi üç yaşlarında, diğeri ise 10 günlük iken (Hasan ve Mehmet) dünyaya veda etmiş, vefat eden  iki çocuk dahil  sekiz çocuk dünyaya getirmiş, babamızın  gurbette olması nedeniyle, bizlere hem baba ve hem de analık etmiş,

                 Anne ve babasını ( dede ve ninemiz olan Ahmet ve Meryem) ile babadan dede ve ninemizi ( Mehmet ve Zekiye) yıllar önce,  küçük kız kardeşini (Asiye teyzemiz) 8-10 sene, tek ablasını da (Ayşe teyzemiz) bir sene önce 100 yaşını doldurmuş olarak ebediyete yolcu etmiş, halen hayatta olan kendinden çok küçük iki erkek kardeşi kalmış, en küçük evladı kardeşimiz Ayşe’ciği 36 yaşında, en büyük oğlu ağabeyimiz Ali’yi de 67 yaşında amansız hastalıktan toprağa vermiş,  vefat edene kadar  iki oğlu ( Osman ve Ömer)  ve iki kız evladı (Nedime ve Havva) ve 22 torun ile  kalmış, hayatta iken toprağa verdiği evlatlarının acılarını iliklerine kadar hissetmiş, çilekeşliğin zirvesini yaşamış bir garip anne idi.

                Ömrünü çiftçiliğe, ziraat ve hayvancılığa tahsis etmiş, ineklerini evladı gibi görmüş, bir asra yakın ülke tarım ve hayvancılığına katkı vermiş, zirai ve hayvansal üretimin sekteye uğradığı son yıllarda bile, ilerlemiş yaşına, 98 yaşına kadar, bir asra yakın bu iki uğraş ve üretimden vazgeçmemiş, rahata teşne günümüz gençliğine örnek bir pir-i fani olarak çalışmaktan hiç geri durmamıştı.

                 Bütün bir ömründe derdi; tarlanın ekili, hayvanların besili, çocuklarının selameti olmuştu. İlçe merkezi dışında hiçbir yere gitmemiş, hiçbir yeri görmemişti. Zaten hayatı boyunca araba tutmasına mazhar olmuş, arabaya biner binmez midesi altüst olur, canlı cenazeye dönerdi.

                 Ömrü boyunca iyi yeme ve iyi giyinme peşinde olmamış, az ile yetinmiş, son derece kanaatkar, sade ve mütevazi bir hayat yaşamıştı.

                  Haksızlığa susmayan, korkmayan ve yeri geldiğinde erkek gibi davranmasını da bilen cesur bir ana idi.

                  Çok merhametli, yardım etmeyi, dostlarına ve komşularına, hiçbir şeyi olmadığı zamanda bile boş gitmemeyi, küçükte olsa bir hediye götürmeyi çok seven bir insandı.

                   Her yanına vardığımda, Türkiye ve ümmetin halini sorar, ‘iyi değil’ dediğimde çok üzülür, düşman istilasından,  Müslümanlara yönelik gavur tehdidinden çok endişe eder, kaygılanır, her terör ve savaş haberini duyunca çok müteessir olurdu.

                   Tüm anneler özeldir ama Hatice nene bir başka özel idi. Çok farklı bir insan, ender görülen karakterlerdendi.

                   2022 Yılının ortalarında yani 98 yaşını doldurduğunda, güç ve takati kalmamış, iki inek ve bir yavru tosuncuğunu, evden cenaze çıkarcasına satmış, Türkiye tarım ve hayvancılığından bir çiftçiyi  daha geri çekmiş, ülkemiz tarım ve hayvancılığı bir damla daha kan  kaybetmiş, bu tarihten beri halsiz, keyifsiz ve çoğunlukla yatar vaziyette günlerini geçirmişti.

                    Son birkaç aydan beri ise, iyice zayıf düşmüş, iştahı giderek azalmış, iki büklüm olmuş, hala zor da olsa yürüyebilir vaziyette ama tükenme noktasına gelmişti.

                    Son 17 günlük yoğun bakım günlerine kadar, hareketsiz kalmaması için koluna girerek her gün iki defa birer km civarında beraber yürüyor, çok yavaş yürüdüğü halde, ‘maşallah çok çabuk yürüyorsun, benden iyisin, yavaş yürü, yetişemiyorum sana’ diyerek, moral veriyor, yürümesini teşvik etmeye çalışıyordum. Ev içinden ziyade dışarıda olmayı seviyor, boş durmaktan hiç ama hiç hoşlanmıyordu. İnek olmadığı için biçilmeyen çayırlarımızı her gördüğünde hayıflanıyor, son zamanlarına kadar kendisine inek almamızı istiyor, her defasında aldınız mı diye soruyordu.

                    Hasta olduğundan beri yalnızlıktan endişe ediyor, sürekli ‘ bırakma beni’ diyor, her yanına vardığımda elime sarılıyor, çok seviniyor, yüzü gülüyor, bayram ediyordu. Hizmetini karınca kaderince görmeye çalışıyor, birkaç yaş küçük babamızla birlikte onları yalnız bırakmamaya gayret ediyor ama kamil  hizmetlerini Samsun’da mukim kız kardeşim Nedime hanımın ara ara gelmesi ile yapabiliyorduk.

                    Yoğun bakıma düşmeden önce, sürekli vefat etmiş geçmişlerine sesleniyor, ‘BABA AL BENİ, ABLA AL BENİ, AMCA AL BENİ, NENE AL BENİ’ çağrılarını aralıksız tekrarlıyordu. Yolculuğu kendisine ayan olmuştu ama biz hala iyileşeceğine ümidimizi ve beklentimizi kaybetmiyor, çok arzu ediyorduk. Onsuz bir hayat düşünemiyor, onlarla beraber olduğum  son birbuçuk yıldır kendime  onunla yeni bir hayat, yeni bir dünya kurmuş, onsuz geçen günlerimde mutsuz oluyor, üzülüyor, yanına varmak için sabırsızlanıyor, zamanı iple çekiyordum.

                     3 Şubat akşamına doğru, hiçbir şey yememeye ve sürekli uyur vaziyete geçmiş, sadece sık nefes alıyordu. Daha önce doktora götürmüş, akciğer enfeksiyonu teşhisi konmuştu. Onun için güçlükle öksürüyor, nefes alışı zorlanmış, kısalmış ve sıklaşmıştı.

                     4 Şubat akşamına kadar bu vaziyeti sürdürmüş, durumundan endişelenerek akşam üzeri ambulans çağırıp hastahaneye yollanmış, 17’lerde vardığımız Vakfıkebir hastahanesi acilinde saat 20’lere kadar kalmış ve bu saatte yoğun bakıma alınmıştı.

                     ‘Beni bırakma’ diye sürekli dilekte bulunan Hatice nenemizi artık bırakmış, bırakmak zorunda kalmıştık. Ona artık hiçbir faydamız dokunmuyor, yanında olamıyorduk. Eş, evlat, ana, baba, kardeş, dost ya da arkadaş, para, mevki, makam, kısaca dünyalık hiçbir şeyin geçerliliği, ona zerre faydası yoktu. Yapayalnız idi. Yoğun bakımda tanımadığı, hayatında hiç görmediği hemşire ya da hasta bakıcıların eline, merhametine terk etmiştik.

                   17 Gün kaldığı yoğun bakımda, ağızdan hiçbir şey almamış, damardan beslenmişti. Sürekli üşüdüğünü söyleyip, 24 saat kuzinenin yanmasını isteyen ve kuzineye sokulduğu halde ısınamayan anneciğim, yoğun bakımda  elbisesiz vaziyette, bir nevresim ve battaniye altında, kolları ve bacakları bağlı olarak yatmıştı. Her gördüğümde bu hali beni kahrediyor, göz yaşlarımı tutamıyordum.

                   Aralıksız her gün saat 13’de ziyaretine gider, birkaç dakika görür, ama dokunamadan geri dönerdim. Ziyaretimin çok azında beni tanımış, yine bırakma beni demişti. Her gün 13.30’da da doktoruna poliklinikte uğrar bilgi alırdım. Yaşı 100 olduğu için çok ümit vermiyorlardı.

                   21 Şubat geldiğinde, yine 13’de ziyaret etmiş, ‘anne ben Osman, tanıdın mı’ diye seslenmiş, tam anlaşılmasa da, tanıdığını ifade etmeye çalışmış, eline tuttuğumda, elimi bkavramış ve sıkmıştı. Elimi sıkması bende, bir daha eve dönebileceği ümidini güçlendirmişti. Bir kez daha iyileşip, eve gelmesini, konuşmamızı, hemhal olmamızı çok ama çok arzuluyordum. Ardından doktoruna da uğramış, enfeksiyon değerlerinin 300’den 77’ye düştüğünü söylemiş ama yaşına vurgu yaparak yine ümit vermemişti. Fakat ben ümitlenmiştim.

                    O ümitle ayrılmış, il merkezine bir işim için gitmiştim. Saat 17 sularında kardeşim aradı ve durumunun kötüleştiğini, hastahaneden telefon ile arandığını söylemişti.

İlçe hastahanesine bir saat içinde kesintisiz için için ağlayarak vardığımda, saat 18 suları idi ve o  17.47’de ruhunu teslim etmiş, sonsuzluğa yolcu olmuş, morga kaldırılmıştı.

                    Hastahane önünde bir saate yakın göz yaşı dökerek, beklediğimiz cenaze aracına koyup, gecenin karanlığında aynı göz yaşları ile ilçemize doğru yollanmıştık.

                     Artık Hatice nenemiz yoktu ve biz onu, o bizi yalnız bırakmış, sonsuzluğu uçmuştu. Onsuz bir hayat düşünemezken, onsuz kalmış, annesiz kalanlara ‘öksüz’ deniyordu ve anneciğimiz bizi öksüz bırakmıştı.

                     22 Şubat ikindi namazına müteakip, soğuk ve yağışlı bir günde, çok üşüdüğü halde suyun içinde, ŞANGARLI kabristanlığında, çok sevdiği kızı Ayşe’nin yanında toprağa verdik seni anne. Adaşın, senin de bizim de, ümmetin annesi  Hz. Hatice annemize komşu ol inşallah Hatice nene! İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raciun.

                       Bir Hatice anne geldi ve geçti dünya gezegeninden. Her canlının geçtiği gibi.

                       Bunca acının içinde, bir anne acısına dayanamayan bizlerin, aile fertlerinin tümünü, tüm annelerini, kundaktaki bebeklerine kadar kaybeden Gazze’yi hep hatırladım, unutamadım!

                       Ve Yunus Emre’nin şu şiirini hep tekrarladım.

                        SULAR HEP AKTI GEÇTİ/ KURUDU VAKTİ GEÇTİ/ NİCE HAN NİCE SULTAN/ TAHTI BIRAKTI GEÇTİ/ DÜNYA BİR PENCEREDİR/ HER GELEN BAKTI GEÇTİ.

                        Hatice nenemiz o pencereden baktı geçti. Yetmişe ulaşmış olarak, şimdi biz bakıp geçmek üzereyiz.