Geçtiğimiz günlerde telefonda konuştuğum bir arkadaşım laf arasında “Başın sağ olsun” deyince biraz durakladım ama öncesinde içtiğim sert kahvenin etkisiyle olsa gerek algılarım açıldığı için çok geçmeden (yaklaşık sekiz on saniye sonra!) bu taziyenin nedenini anlayabildim. Ünlü İtalyan yazar, entelektüel ve bilim adamı Umberto Eco ölmüştü. Arkadaşıma dostlar sağ olsun, dedim.
Bu arada, söz konusu telefon konuşmasının olduğu gün ve saatlerde internet âleminde de bu kaybın haber ve yorumları ardı ardına yer buldu. O yorumları yapanlar arasında Eco’yu hatmetmiş olanlar da vardı, yapıtlarını şöyle böyle okumuş olanlar da. Fakat sanırım en tuhafı Eco’yu hemen hiç bilmeyenlerin de bu furyaya katılması oldu! Haber başlığı ve içeriğinden edindikleri bilgilerle Eco güzellemesi veya eleştirisi yapanlar bu gurubun içinde yer alıyor. İster istemez merak ediyorum, yumurtaya can veren Allah’ım, hayatında Umberto Eco’dan bırakın bir kitabı, tek satır dahi okumadığı halde twitter, facebook vb. yerlerde Eco’nun ölümü haberini üzüntü emojileriyle (evet emoji!) paylaşan, genellikle Anadolu coğrafyasındaki, kullarını nasıl yarattın acaba?

Evet, Eco’yu ahrete uğurladık. Öyleyse soralım, bu dünyaca ünlü yazarı nasıl bilirdiniz?

Öncelikle Eco bir bilim adamı, Ortaçağ estetiği ve göstergebilim onun iki temel çalışma alanı. Bunlar, kendisinin Türkiye’de en az bilinen ya da önemsenen tarafları. Biz onu daha çok romancı kimliğiyle tanıyoruz, oysa Eco bilim adamı olarak kendini kanıtladıktan çok sonra yönelmişti roman yazmaya. Romancılığının çok fazla öne çıkarılmasından hoşlanmadığı gibi, 48 yaşında yayımladığı Gülün Adı’ndan sonra“Siz bir bilim adamısınız, neden bu yaşta roman yazdınız?” sorusunu “Canım istedi de ondan” şeklinde cevaplayacak kadar rahat ve umursamazdı da.

Kendi adıma, Eco’yu iki sebepten önemsiyorum. İlki edebiyat tarihine ve edebiyat kuramlarına yaptığı inkâr edilemez katkılardan ötürü. Gülün Adı, pek çok yazara ilham kaynağı olmuş (içlerinde Nobel ödülü alanlar da var), çok katmanlı, sürükleyici, eşsiz bir okuma hazzı sunan başyapıtı. Foucault Sarkacı için de benzer şeyler söylenebilir. Prag Mezarlığı, diğerlerinin gölgesinde kalmış nitelikli bir roman. Baudolino, bende, maalesef hayal kırıklığı! Son romanı, Sıfır Sayı’yı henüz okumadığım için yorum yapamayacağım. Ancak tek başına Gülün Adı’nın varlığı Eco’yu Eco yapmaya yeter ve diğer açıkları rahatça kapatır düşüncesindeyim.

Yazarın göstergebilim alanındaki kuramsal çalışmaları ayrı bir öneme sahip. Açık yapıt, Eco’nun edebiyat terminolojisine armağan ettiği teorilerinden biri. Kısaca diyor ki yazar, bir metin farklı okumalara, sahip olduğu alt metinler aracılığıyla farklı değerlendirmelere ne kadar açıksa edebi niteliği de o kertede artacaktır. Böyle bir metinse ister istemez, söz konusu donanıma sahip, nitelikli okuru gereksinir. Açık yapıt, bu özelliklere sahip olmalıdır. Burada açıklık, kolay anlaşılırlık veya net ifade edişi değil, tersine, derinliği, çok katmanlılığı yani “yoruma açık” olmayı işaret eder. “Örnek okur” ise Eco’yu göstergebilimden okur merkezli kurama yaklaştıran bir kavram ve yazarın deyişiyle “kendisini doğrudan içine çekmeyen bir öyküyü izlemeye hazır bir seyirci [ya da okur]” anlamına geliyor. Onun karşısında konumladığı ampirik okur ise metinle ancak yüzeysel bir ilişki içinde olan, onu bütün göndermeleriyle çözmekten uzak okuru tanımlıyor.

Başarıyla yürüttüğü edebiyatçılığı ve edebiyat teorisyenliği dışında Eco’yu önemsememin ikinci sebebi ise doğruları veya içinden geçenleri eğip bükmeden söyleyebilecek bir rahatlık ve özgüvene sahip olması. Bir tür delikanlı entelektüel kısacası. Bir hadiseyle örnekleyeyim. Dün bir vatandaş, Eco’nun Türkiye ziyaretlerinden birinde sarf ettiği şu sözleri paylaşmış sosyal medyada:

Buraya geldiğimde benim ülkem yerine kendi ülkenizle ilgili sorular sormanız tuhaf değil mi? Sizin sorularınız da ülkenizdeki ruh hali gibi, bölünmüş bir kişiliğiniz var sanki. Bazı şehirlere gidersiniz, uçaktan iner inmez havaalanında “Şehrimiz hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sormaya başlarlar. Kardeşim bekle biraz şehri göreyim önce, ilk defa gelmişim. Ama Paris’te, Londra’da kimse size böyle bir soru sormaz. Kendilerinden o kadar emindirler ki böyle bir soruya ihtiyaç duymazlar. Ne yanıt vereceğiniz ile ilgilenmezler bile. Bir şehir eğer “Benimle ilgili ne düşünüyorsunuz?” diye soruyorsa bir kimlik sorunu var demektir.

Eco, anlaşılan, toplumsal ego’muzu bayağı bir sarsmış son yolculuğuna çıkmadan önce; bizi kendimizle yüzleştiren önemli bir soruyla baş başa bırakarak gitmiş, tabii anlayana! Soru şu: Şehrimize yeni gelen birine şehrimizle ilgili herhangi bir soru sormayacak kadar kendimizden emin olabildik mi hiç? İsterseniz soruyu değiştirelim: Kendimizi nasıl biliyoruz?

Yıllardan beri Türkiye’ye gelen tanınmış veya tanınmamış kişilerin kendimizi onaylatmak için sorduğumuz sorulara ayıp olmasın diye verdikleri iltifatkâr cevaplarla o kadar hipnotize olmuşuz ki, kırk yılın başında doğru sözlerle bizleri eleştiren biri çıktığında ona derhal burun kıvırır hale gelmişiz. Tersinden bakalım, yurt dışında bir yazar, aktör veya müzisyenle röportaj yapan Türk muhabir ne yapar eder bir şekilde konuyu Türkiye’ye veya İstanbul’a getirir ve muhatabından şöyle gönül okşayıcı bir söz işitmek, bize de işittirmek için çırpınır durur. İstenen cevap alındığında hem kendisinin hem de röportajı okuyanların egosu okşanmış, amaca ulaşılmıştır. Bir durup düşünsek, bizim egomuz neden böyle sürekli okşanmaya muhtaç ve neden böyle kimi zaman munis bir kedi kimi zamansa kaplan kesilen şizofrenik haller içinde? İçi boş hamasetle zirve yapan egolarımız birileri işine gelmeyen şeyler söylediğinde neden bir anda hassaslaşıveriyor?

“Milletçe hem Doğulu hem Batılı olmak gibi bir zihinsel alınyazımız var bizim” diyen sevgili Hocam Hilmi Yavuz’a hak verircesine, Umberto Eco da şöyle söylemiş: “Sanki devamlı bölünmüş olmaya mahkûm edilmiş, nereye gitmesi gerektiğini hiçbir zaman bilemeyen bir ülke gibi Türkiye!”

Eco öldü, ego’muz ise tıpkı onun gibi kendisini sarsacak, sarsıp ne olduğumuzu, ne yaptığımızı düşündürecek yeni entelektüellere muhtaç!