Hazindir Anadolu’da yılkı atlarının hikâyesi.

      Kara kış yaklaştı mı kederli bir sessizlik kaplar her yanı. Sahibi düşüncelidir, atın başı eğik. Nemli bir    hüzün yerleşir gözlere kışla beraber.

      Orta Asya’dan bu yana taşıdığı geçmişini unutur Doru, Kırat, Çilkır ve nice isimsizi… Ne şaha kalkar ne de heybetiyle bir ettiği kişnemesi duyulur artık bu asil insan dostunun.

      Şartlar ağırdır ve Anadolu toprağının kahırlı bekçisi için atını dağlara bırakmak tek çaredir. Kara kışa yenik düşmeyenler, baharla birlikte sahiplerine kavuşacaklardır. Yılkılık için yeryüzünün iki zamanı vardır; biri kış, diğeri bahar. Bitmek bilmeyen haftalar, çilenin adıdır. Güneşin, sağrısına usulca  değdiği günler  ise evinin müjdecisi. Zaman, Anadolu için de yılkı atları için de çile ve müjde doğurur tek. Seçenek sunmaz, dobradır.

      Sahibine sadakat bu atların belirgin bir vasfıdır. Ölmeden dönebilmek, yüzleri kara etmemek azmi, dağlara terk edilişin hüznünden önde gelir yılkı atlarında. Güçlü olanın ayakta kalacağı gerçeği, kırsalın kanunudur ve bu hükmü yılkılık bilir.

     Kar; kokusuyla gelir, dayanır kapıya. Sahibince sevilen yelelere mahcubiyet düşer, verilen sulara ezik gözyaşları… Karın tokluğuna verilen mücadelenin kahrı, isyanı ahırın kapısına kilit vurdurur.

    Yılkı atlarının hikayesi, Anadolu‘nun  adaletle bir türlü buluşamayan yazgısıdır.

“Kimsecikler kalmamıştı ortalarda. Güneş de başını alıp gitmiş, ufukta uzunca bir kızıllık şeridi bırakmıştı. Ayakları hafiften titriyordu. Soğuk, tüylerini diken diken etmişti. Beli biraz daha aşağı doğru büküldü. Kıyılan çapaklanmış kirpikleri ortasında siyah gözleri, bir noktaya çivilenip kalmıştı. Böyle ne kadar kaldığını kendi de bilemedi. Bir süre sonra başı köye doğru çevrildi. Birkaç ışık battı gözüne. Kulağına çok iyi tanıdığı köpeklerin sesleri çarpıyordu. Belini yükseltti. Arka ayaklarını öne doğru çekti, başını ve boynunu yukarı doğru kaldırdı. Sanki her yönü aydınlık gibi rahatça ilerleyerek evin önüne geldi. Başı ile kapıyı itti. Her zaman böyle yapardı zaten. Ama bu kez kapı açılmadı. Daha kuvvetlice yaslandı kapıya başıyla. Yine bir sonuç alamadı. Ön sağ ayağının diz kapağı ile yeniden dayandı. Hayır, kapı açılmıyordu. Doru; korku, tiksinti ve yalnızlığın verdiği ürperti ile kişnedi.

…………

İki türlü yılkı atı olur, hatta üç türlü:  İki türlüsü can yongası; bir türlüsü gözden çıkmışı, hesaptan düşülmüşü, defterden silinmişi…”

                                                                                                                                  YILKI ATI/ Abbas Sayar