Bir gün, kulak misafiri olduğum hararetli bir konuşmanın ortasında, biri diğerinin sözünü kesip “ O değil de…” diyerek başka bir mevzuya geçiş yapıyor aniden. Sohbetin seyri değişti şimdi, az öncekinin pek bir ehemmiyeti yokmuş anlaşılan. Olsun, benim de işim yok zaten, bunu da dinlerim. Fakat o da ne? Bu kez de az önce sözü kesilen genç, diğerinin söylediklerini başıyla geçiştirerek aynı cümleyi kuruveriyor:

-O değil de…

Sokakta, sinemada, parkta, caddede, her yerde… Hemen herkesin dilinde bu söz!

Merak ediyorum gerçekten, o değil de ne?

Hayatımız birbirimizi dinlememek, dinlediğimizde de itiraz etmek üzerine kurulu sanki. Dinlememek, bizde yaygın bir hastalık. İletişimciler söylüyor bunu. Ben de öğrencilerle konuşuyorum çoğu kez, soruyorum onlara, birbirinizi dinliyor musunuz, diye. Önce cılız bir evet, arkasından kısa bir kendini sorgulama ve hakikatin itirafı: Genellikle dinlemiyoruz!

Neden peki?

Sebepler muhtelif, yine iletişimcilere dönelim: Sabırsızlık, ön yargı, başka bir şey tasarlama, art niyet, vb…

Bunlara bir tane de ben ekleyeyim: Bencillik! Evet, karşımızdakini dinlememenin, dinler gibi yapıp ilk fırsatta “o değil de” diyerek kendimizce daha önemli bir konuya geçmemizin en önemli sebeplerinden biri, bencillik. Benim söyleyeceklerim seninkilerden çok daha önemli çünkü! Dolayısıyla ben de senden daha önemli biriyim! Nice profesörleri, nice nice siyasetçiyi, sanatçıyı cebinden çıkaracak bilgi de tecrübe de bende var, bakma senle böyle kaldırımda kokoreç yerken lafladığıma (!). O yüzden, o değil, başka bir şey…

Peki, var mı bu hastalığın bir ilacı? Elbette var. Ama öncelik hastalığı kabul etmekte, yani teşhiste. Tedavi sonraki adım, fakat genellikle geçemediğimiz adım, diyebiliriz. Çünkü teşhis kısmını pek becerebildiğimiz söylenemez. İnsanın kendini bilmesi, eksiklerini, hatalarını görmesi, kabul etmesi… Bunu yapabilen yolu yarılamış oluyor, sonrası daha kolay. Nasıl yapacağız? Eee bir zahmet okuyacağız, Yunus’u, Mevlana’yı, Goethe’yi, Shakespeare’i…

Bakın Shakespeare ne demiş mesela: “Her kişiye kulağını ver fakat pek azına sesini”. Bu İngiliz, toprağı bol olsun, aramızda olsa bugün, Yanlışlıklar Komedyası’nı solda sıfır bırakacak iletişim aksaklıklarımızın, bırakın üç dört perdelik bir oyun halinde yazılmayı, otuz iki ciltlik bir ansiklopedi ihtiva edecek kadar çok olduğunu görerek ağzı açık kalırdı herhalde.

Yabancıları boş ver, bizimkilerden örnek ver diyenler içinse şu atasözümüzü hatırlatabiliriz:“Allah bize iki kulak ve bir ağız vermiştir, daha az konuşup daha çok dinleyelim diye!” Ne kadar farkındayız?

Sonra, “Bir söyle iki dinle” de demiş atalarımız. Hangimiz idrakinde bunun?

“Söyleyen dinleyenden arif gerek!” Bakın bu konuda eksiğimiz yok. Hepimiz arifiz evvelallah! Yalnız, bazen malumatfuruşlukla arif olmayı birbirine karıştırabiliyoruz. Olsun, yeter ki söyleyecek bir sözümüz olsun, değil mi? Bir dostum, her konuda fikir beyan edenler için uydurulan çok gerçekçi bir unvandan söz etmişti: Her …olog! Sosyolog, psikolog veya astrolog gibi bir şey, fakat hepsini birden kapsıyor. Bulanı tebrik ediyorum.

O değil de… Ne diyorduk? Çok konuşup, az dinlemek! Evet, yazık ki, sahip olmadığı değerlere, fikirlere, bilgi ve becerilere sahipmiş gibi yapana bu memlekette kimse bir şey demiyor. Tersine,böyleleri baş tacı ediliyor çoğu zaman. Diğerleri, yani dinleyenlere ise aciz, ezik, silik kişiler olarak bakanların sayısı ise hiç de az değil. Nasıl olur da her konuda fikrin olmaz, hayret!

Marifetin çok konuşmakta, çok söylemekte değil, hakikati ve güzeli söylemekte olduğunun ayırtında olanlar çoğaldığında bu konuda da belki bir şeyler değişir. Peygamberimizin (SAV) “Ya hayır söyle ya sus” öğüdünü hatırlayarak başlayabiliriz işe.

Başka? Konuşmakla geçirdiğimiz zamanın hiç değilse yarısını okumaya ayırsak karşımızdakini gerçekten dinlemeyi de öğrenmiş oluruz belki, kim bilir. O zamana kadar, bari kendi kendimizi şu sözle avutalım: Dağları ıssız, körleri gözsüz, okuyanları sözsüz sanma!