Günümüz Müslümanlarının en büyük sorunu, İslam’ı sadece namaz, oruç, hac, umre ve camide toplanan yardımlara üç beş kuruş bozuk para ile katılmayla sınırlı tutması,

Bir kısmı da buna sakal, sarık, takke, cübbe, şalvar, bir tarikata ve şeyhe bağlanıp, ders ve tesbih çekme gibi fiziki ve şekli unsurları da katarak Müslümanlığının tamam olduğunu sanmasıdır.

Kuşkusuz namaz, oruç, hac vardır ve temel farzlardandır. Olmadan olmazlardandır. Diğer fiziki ve şekilsel olanları da farz olmamakla birlikte, faydadan ari değildir ve ibadetlere, takvaya katkıdır.

Ancak işin esası; bütün bu ibadetlerin bizi nereye taşıdığı, bize günlük hayatımızda ne yaptırdığı, içini nasıl doldurduğumuz, hayatımıza ve toplumsal iş ve ilişkilerimize nasıl yansıdığı, ne kattığı,

Bize güzel ahlak kazandırıp kazandırmadığı, Hz. Peygamberimizin;“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.”buyruğuna,

Adalete, Maide, 8’de emredilen: “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” İlahi emrine sadık kılıp kılmadığı,

Doğruluk, dürüstlük, kul/insan hakkı yememe, haksızlık karşısında susmama, dilsiz şeytan olmama, kim olursa olsun zalimin karşısında ve mazlumun yanında olma gibi sosyal ve toplumsal hayatımızı doğrudan etkileyen bu hususları sağlayıp sağlamadığı, bizi buraya götürüp götürmediğidir.

Ehliyet ve liyakate, insanlara, hayvanlara, tabiata ve eşyaya zarar vermeden yaşamaya, çevreyi temiz tutmaya, “Temizlik imandandır” Hadisi şerifini yaşamaya, çalışmaya, ilim nerde olursa olsun almaya, kardeşliğe, paylaşmaya, lüks ve israftan uzak tutmaya, ayrımcılık yapmamaya, devlet ve millet malını kendi malından kat be kat fazla koruyup gözetmeye, bizi taşıyıp taşımadığıdır.

Yoksa, namaz ve orucumuz bizi; “Nice oruç tutanlar var ki, aç kalmaktan başka bir kazançları yoktur. Ve yine nice namaz kılanlar var ki, yorgunluktan başka namazından elde ettiği bir şey yoktur.” (İbn Mace, Sıyam,21) Hadisi şerifinde belirtilen bu duruma mı düşürmektedir. Bunun üzerinde durmak ve her Müslüman kendini bu ölçü ile ölçmek, test etmek durumunda ve zorundadır.

Sosyal basında bir değerli kardeşimizin meramımızı anlatan, düşüncelerimize ve hislerimize tercüman olan konu ile ilgili paylaşımı ile mevzuya devam edelim:

“Müslümanlık sadece camide saf tutup namaz kılmak, Ramazan'da oruç tutmak değil; önce ahlaklı, vicdanlı, adil olmaktır. Bunları yapamıyorsan ömrün ibadetle geçse kaç yazar?” -İsrafil Balcı-

Bugün memlekette din konuşulunca işin özü nedense “namaz kıldın mı?”, “oruç tuttun mu?”, “hacca gittin mi?” gibi dar kalıplara sıkışıyor. İbadet, bir tür sosyal puan sistemine dönmüş. Cuma çıkışı cami avlusunda el sıkışırken gülücük dağıtan nice insan, pazartesi sabahı esnaf komşusunu dolandırabiliyor, memur masasında rüşveti mübah görebiliyor, patron işçisinin alın terini gasp edebiliyor. Sonra? Sonra “Elhamdülillah Müslüman’ım.” Yersen!

Halbuki Balcı’nın dediği gibi, Müslümanlık bir kimlik rozeti değil, ahlaki bir devrimdir.

Namaz, oruç, hac… Elbette dinin direği. Ama direk ne işe yarar? Çadırı ayakta tutmaya yarar! İçini doldurmadığın, içine adalet, merhamet, hak, kul hakkı, vicdan koymadığın çadırın ne kıymeti var? Kuru bir ibadet yığını, içinde insanlıktan nasip yoksa, Allah’ın huzurunda ne kadar muteber olabilir ki?

Peygamber’in en büyük düşmanı kimdi? Ebu Leheb. Peki Ebu Leheb hayatı boyunca hiç namaz kılmadı mı? Ya da Kâbe’nin anahtarını elinde tutan müşrikler, her yıl hac mevsiminde tavaf etmiyorlar mıydı?

Demek ki “ritüel” başka, “hakikat” başka.

İbadet, ahlaksız bir ruhun üstünde yaldız gibi duruyor; ilk fırtınada dökülüyor, altından kokuşmuş bir karakter çıkıyor.

Kur’an, namazı emrederken “namaz insanı kötülükten ve hayâsızlıktan alıkoyar” diyor (Ankebut, 45).

Eğer birinin namazı onu zulümden, hırsızlıktan, yalandan, kul hakkı yemekten alıkoymuyorsa, burada bir arıza var demektir. Dinin gösterişi ile özü arasına sıkışıp kalmış bir sahtekârlık…

Emeviler döneminden bugüne dek gelen bu şekilci dindarlık, toplumu çürüten en büyük virüslerden biri değil mi? Kaç cami yaparsan yap, içinde adalet yoksa taş yığınından öteye geçmez.

Hz. Ali’nin şu sözü ne güzeldir: “Kıldığın namazın seni kötülükten alıkoymuyorsa, ibadetinin faydasını sorgula.”

Hz. Ömer, “Dicle kenarında bir kurt bir koyunu kapsa, bunun hesabı benden sorulur” derken, adaletin, merhametin, sorumluluk bilincinin altını çiziyordu.

Bugün ise sokak ortasında adaletsizlik kol geziyor; Müslümanlık ise sadece kâğıt üstünde kalıyor.

Türkiye’de veya başka İslam toplumlarında, dinin “görünüş” boyutu adeta kutsal sayılıyor. Ama iş ahlak, vicdan, kul hakkı, adalet, yolsuzluk, rüşvet meselesine gelince herkesin dili tutuluyor. Zalim yöneticileri, haksız zenginleşenleri, mazluma sırtını dönenleri savunmak için “Takdir-i İlahi”, “Kader”, “Bize düşmez” gibi uydurma kılıflar bulunuyor.

Oysa Kur’an zalime karşı çıkmayı, hakkı ayakta tutmayı emrediyor.

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun.” (Maide-8)

Eğer toplumda bir Müslüman, bir yetimin hakkını gasp ederken, bir kadın sokakta zulme uğrarken, bir işçi emeğinin karşılığını alamazken, diğer Müslümanlar “bana ne” diyorsa; bilinsin ki o toplumun ne namazı, ne orucu, ne haccı Allah katında para etmez.

İsrafil Balcı doğru söylüyor. Din, vicdan ve ahlak olmadan boş bir ritüeldir.

Gerçek Müslüman, zalimin karşısında, mazlumun yanında, adaletin peşinde olandır. Gerisi gösteriş, gerisi yaldız, gerisi çürümüş bir kabuktur.

O yüzden bir daha sormak lazım: “Ahlak yoksa, ibadet neye yarar?”(Gökhan Dihkan)