Eskiler, “Belanın büyüğü, belanın nereden geldiğini bilmemektir.” der. Nedir hastalığımız? Çaresizliğimiz neden? Sıkıntı nerede? Bir boşluk mu var?

Var. Hiç değilse bunun farkındayız. Bu da bir nimet. Neden o boşluk? Nerede? Neden dolmuyor? Parayla, pulla yetişmiyor, malla, mülkle tamam olmuyor, şan, şöhret tatmin etmiyor, güçle, iktidarla doymuyor, doyurmuyor. Nedir bu boşluk? Nedir bu içimizdeki belalı, acıtan, ağır, sıkıntılı boşluk?

Elinizde bir sihirli değnek olsa, ne dağıtırdınız şu insanlara? O boşluğu dolduracak ne verirdiniz yakınlarınıza, dostlarınıza? Ne bağışlardınız, ne hediye ederdiniz, yürüyen boşluklar halinde metrobüsleri, avm’leri, caddeleri, gökdelenleri, plazaları dolduran insanlara? Evleri, sokakları, sonunda mezarları dolduran insanlara?

Çoluk çocuğunuzun sizden en çok neye ihtiyaç duyacağını düşünüyorsunuz sahi? Sizin en çok eksikliğini duyduğunuz şey ne? Elinizde bir sihirli değnek olsa, neyle doldururdunuz o boşluğu? Bu belalı boşluğu? Belanın büyüğü, bu belanın ne olduğunu bilmeme belası, bu boşluk işte.

Öyle bir boşluk ki, ne kapladığı yerin büyüklüğünden haberimiz var, ne dünyadan büyük bu boşluğu bir balon gibi şişirmekle nefesimizi tükettiğimizden.

Fakire acıdığımdan daha çok acıyorum bu boşluktan habersiz kimselere.

Yetimden, öksüzden, hırsızdan, katilden, çirkinden, ahmaktan daha garip buluyorum onları.

Firavunlardan daha şişkin benliklerini doyurmanın peşindeler. Nasıl acınmaz bunlara?

Hep almak, hep kapmak peşindeler. Hak etmedikleri koltukları, köşeleri kapmak derdindeler.

Görünmek istiyorlar. Kendileri olmak istiyorlar. Kendi yollarında yürümek istiyorlar. Kimseye benzemek istemiyorlar.

Hoşaf kaşığı bulaşığı kadar ilimleri, çay kaşığı kadar istiap hadleriyle, hadlerini hiç bilmeden, aslında kim olduklarını, ne aradıklarını, neyin eksikliğini acı acı hissettiklerini ama o eksikliği bir türlü bulamadıklarını yani belanın büyüğünün belanın nereden geldiğini bilmemek olduğunu bilmiyorlar.

Kocaman laflar, kocaman iddialar, kocaman yanılgılar, kocaman balonlar, kocaman boşluklar halinde dolduruyorlar dünyayı, sonra da mezarları.

Vefasızlar.

Vefaları yok.

Vefaları olmadıktan sonra başka hiç bir şeyleri olmayacağından da haberleri yok.

Belanın büyüğü vefasızlık.

Cahillik değil mi? Cahillik, ilme vefasızlık!

Tembellik değil mi? Tembellik, gayrete vefasızlık!

Sevgisizlik değil mi? Sevgisizlik ömre vefasızlık!

Mehmed Âkif, dostu Bosnalı Ali Şevki Efendi’yi kızının nikahına dâvet etmiş. Şevki Efendi yaşlı bir adam. Yorgun argın gelmiş ama geç gelmiş. “Vefâ Yokuşu geciktirdi” demiş. Âkif merhum, zarif adam, bu haklı mâzereti tebessüm ederek kabul etmiş. “Hangi Vefâ Yokuşu’ndan bahsediyorsun hocaefendi?” demiş. “Şimdiki nesil, o yokuşu çoktan düzledi.”

Elimde bir sihirli değnek olsa, şu cahil, şu tembel, şu sevgisiz, şu mutsuz, şu ziyan olmuş, heder olmuş insanlara azıcık vefa dağıtırdım.

Sadakat de, muhabbet de, merhamet de vefanın evladı, cömertlik de, yiğitlik de, civanmertlik de vefadan başka nedir nihayet, saadet de, huzur da hep vefa ile.

Rüyasında cennete giden bir yol görmüş derviş. Tertemiz, apaçık, aydınlık, çiçekli, ışıklı, geniş mi geniş bir yol. Fakat kimseler yok bu güzelim yolda. Merak etmiş sebebini. “Vefa yoludur” demişler uykudaki dervişe…