Ara sıra hayalini kurarım. Adapazarı’nda, çarşı içinde bir küçük kitapçı dükkânım varmış. Şimdi değil, elli altmış sene önce. Kimler uğramıyor ki dükkânıma. İşte, başında şapkası, üzerinde solgun trençkotuyla; saz benizli, çakır gözlü, ince uzun bir yazar, Sait Faik. Selam veriyor önce, hemen dönüp ocakçıdan bir kahve istiyor, “az şekerli”. “Trenle mi geldin İstanbul’dan?” diye soruyorum. Cevap vermiyor, belli ki tren rötar yapmış. Aksiliği bundan olsa gerek.

Ben varmışım yokmuşum umurunda değil. Sanki dükkân onun. Olsun, hoşuma gidiyor bu halleri. Demek burada rahat hissediyor kendini, demek burada kendisi gibi. Sırtını iskemleye yaslar yaslamaz bacak bacak üstüne atıyor hemen. Ne kadar da zayıf diye düşünüyorum içimden. Şairler, yazarlar hep böyle mi olur? O güne dek şişman yazar görüp görmediğimi düşünüyorum. Hiç böyle biri aklıma düşmüyor. O, sanki dükkânda kimse yokmuş gibi rahat, iskemlesinde oturuyor. Gazetesi koltuğunun altında, sayfaları hafif ıslanmış, belki de yağmura tutuldu sokakta, kim bilir. Kahvesini yudumlarken az da olsa çözüveriyorum dilini, ilk sözü “Bitmez bu Ada’nın yağmuru!” oluyor. “Hangi Ada?” diyesim geliyor ama tutuyorum kendimi. Ada demek Adapazarı demek, Orhan Veli’nin şiirinden de mi haberin yok behey sersem, dese bana? Ne cevap veririm.

Ayakkabısının çamurlarını gösteriyor ince, kemikli elleriyle. İşte diyor, çarşımızın hali! Biraz da sinkaflı saydırıyor derken sağa sola. Hatta içeriye girip çıkan birkaç müşteri de rahatsız oluyor onun küfürlerinden. Fakat çok geçmeden, onun usta yazar Sait Faik olduğunu anlayınca yüzlerinde hayranlıkla karışık bir gülümseme beliriyor. İmza almak istiyor kimileri, kimileri de özellikle yazma heveslisi genç okurlar, yazarlığını merak ediyor; nasıl yazarsın, ilk nasıl başlarsın bir hikâyeye, diye soruyorlar. “Eftalikus’un Kahvesi’ni okumadınız mı köftehorlar?” diye tatlı sert çıkışıyor bizimki, sonra hemen salıveriyor makaraları. Gelin gelin anlatayım, diyor. Bir kaş göz çakıyor bana, çaysız olmaz bu sohbet, söyle birer tavşankanı da, çocuklarla hem içelim hem konuşalım.

Bir taraftan kitap soran tek tük müşteriyle ilgilenirken asıl onların sohbetinde kulağım. “İşte vapurda giderken hikâyeyle ilgili söylediğim sözleri Oktay hep kitabında yazmış” diyor, Abasıyanık. Soruyorlar, “Hangi kitapta?” diye.

-Yahu Şair Dostlarım’da işte. O vapurun güvertesinde boğazın Anadolu sahilindeki iskeleleri seyrediyorduk hani. O zaman sormuştum Orhan’la Oktay’a, “Şu iskeleyi anlatmak gerekse neresinden başlarsın?” diye. İşte onu anlatmış yazısında Oktay Akbal. Hikâye yazacaksanız, alın size örnek!

Dükkânın gürültüsünden bölük pörçük duyuyorum seslerini. İstanbul’u anlatsana, diyor dinleyenlerden biri. Nerelere gidersin orada? Çok güzel yerler varmış…

-Var tabii var olmasına da… Ben en çok kahvehanelere, pastanelere giderim. Küllük ile Meserret var mesela, sonra Lebon, Tokatlayan, Baylan, Nisuaz… Birkaçı hariç, sosyetik yerler hepsi de, bizim gibi yazarçizer takımı eksik olmaz hiç. Ama inanır mısınız, ben oralarda hiç de rahat edemem çocuklar. Nedense yapmacık, eğreti gelir bana oralardakilerin hali tavrı. Bir züppelik, bir çiğlik sezerim. Burnu büyük, kendini beğenmiş insanların arasında bunalırım… Aslında galiba insanların çok olduğu yerde duramam ben. Kaçarım hemen bizim Burgaz’a. Orada bir anacığım vardır, tek başına durur, babadan kalma evde. Beni görünce nasıl sevinir bilmezsiniz. Sımsıcak çorbam hazırdır hemen. Haa bir de köpeğim var, Panco. Çorbayı içip nefsi körlettikten sonra alır Panco’yu yanıma, inerim sahile. Kahvede, iskelede alırım soluğu. Balıkçılarla aram iyidir, konuşurum, dertleşirim onlarla. Ada’nın insanları daha sahici gelir bana, nedense. Haa, onların da fenası yok mudur? Vardır elbet. Bazen onlar da bir şekilde giriverir hikâyelerime. Sonra da “geçiririm şapkamı kafama, ver elini Kalpazankaya!”

-Ben böyle bir hikâyenizi biliyorum, dedi biri. Galiba Haritada Bir Nokta’ydı adı. Kayıkları temizlemeye ve yük indirmeye yardım eden bir garibana bir çorba parası bile vermemişti balıkçılar. Gerçek miydi o yazdığın?

-Bakın çocuklar, bir hikâye gerçek miydi, değil miydi diye sorulmaz, çünkü gerçek olsa hikâye olmaz! Ben elbette bütün yazarlar gibi yaşadıklarımdan, gördüklerimden esinlenirim bir hikâye kurgularken, ama bunlar sadece çıkış noktamı oluşturur. Hikâye, roman hatta şiir yazmak başka bir dünya kurmaktır ve o dünyanın insanları gerçeğe benzese de gerçektekinden hep farklıdır.

-Benim kafam karıştı, diyor biri. Bir hikâyede gerçekler anlatılamaz mı yani?

-Anlatılır anlatılmasına, ama olduğu gibi değil. Hikâyede gerçekle hayal birbirine karışmıştır, bazen gerçek ağır basar bazen de hayal. Size bir şey söyleyeyim mi, aslında ne anlatıldığından da çok nasıl anlatıldığıdır önemli olan…

Öksürük sesleri bastırıyor yazarla etrafındakilerin konuşmalarını. Önüme bir çay koyuyor garson. Az önceki o sigara dumanıyla dolu hava kayboluyor şimdi. Yine Adapazarı’ndayım ama geçmişin değil bugünün Adapazar’ı bu. Ne Sait Faik var yanı başımda ne onu dinleyen yeniyetme delikanlılar. Ben de kitapçı dükkânında değilim zaten. Kafamı kaldırıp bakıyorum, yağmur da yok, hava günlük güneşlik. Uzun zamandır da yağmadığını hatırlıyorum yağmurun. Demek ki bitmez değilmiş Ada’nın yağmuru, gel de gör usta, diye sesleniyorum içimden. Ve bir sonraki hayali bekliyorum onu tekrar görebilmek, üç beş kelime sohbet edebilmek için.