Dün akşam yine Sarıev’deydik. Hani şu Sait Faik Abasıyanık’ın doğduğu, şimdi adı Sait Faik Sokağı olan, çok insan bilmese de Sait Faik’in ilk adımlarını attığı; çocuklara, amcalara, teyzelere, ahşap evlere, ağaçlara, kuşlara, kedilere, dünyaya meraklı gözlerle ilk kez baktığı o sokaktaki Sarıev’de…

Engin Yılmaz’ı dinledik dün akşam Sarıev’de. Onun, Sait Faik’in Sakarya’sı adlı kitabından yola çıkarak küçük bir taşra kentinde doğup büyümüş kendi halinde bir çocuğun nasıl dünya çapında bir yazar olabildiğini… Öykülerinde Sakarya’yı, Sakaryalıyı nasıl anlattığını; Meserret Otel’i, “Adabazarlı” olmayı, Sakarya nehrinden çıkan balıkların “isimleriyle beraber yendiği için lezzetli olduğunu”… Daha neleri ve neleri konuştuk.

Bakın, Engin Yılmaz ne diyor kitabında:

“Sait Faik’in hikâyelerinde çevre olarak en geniş yeri İstanbul ve Sakarya tutmaktadır. Sakarya çocukluk cennetinin mekânıdır yazar için. Konusunun Sakarya ve çevresinde geçtiği hikâyelerde yazarın benimseme ve sahiplenme duyguları zirveye çıkmaktadır. Sait Faik, bu hikâyelerinde kuru bir hemşericilik yapmamakta, memleket özlemini, gurbet duygusunu çok canlı bir şekilde işlemektedir.”

Sait Faik için “Adalıdır” deyip, onun asıl adasının, ruhunu olgunlaştıran, dünyaya bakışını şekillendiren ilk yerin Adapazarı olduğunu unutanlar için Engin Yılmaz’ın kitabını okumalarını bilhassa tavsiye ederim.

Ne güzel akşamdı… Konuştuk, niye “Bir insanı sevmekle başlıyordu” mesela her şey? Bir kent insanı, bir kentli miydi Sait Faik? Öyleyse, ilk kez Ayfer Tunç’un dile getirdiği gibi, Walter Benjamin’in Baudelaire’e yakıştırdığı türden, “Bakışlarıyla şehri estetize eden” bir flanör, yani bir tür şehir dervişi miydi o? Bazen yanından geçip gidiveren bir serseriyi, bazen dostça yaklaşan bir martıyı, vapurları, trenleri, parkları, çocukları, gençleri yaşlıları; baktığı ve dokunduğu ne varsa öyküye mi dönüştürüveriyordu hemen?

Kimse var mıydı bugün onun gibi yazabilen? Merhameti, yoğun duyarlığı, avareliği miydi onu ayrı kılan? Yoksa Cihat Zafer’in söylediği gibi, “bağımsızlığı, yalnızlığı ve içliliği” mi?

Şiirini, şiirselliğini öykülerine yedirmişti de ondan mı defalarca okusak bıkmıyorduk acaba kitaplarını? Mahviyetkâr mıydı? Bencil, kendini beğenmiş mi yoksa? İnsanlardan kaçarak insanlara sığınıyor, yine de mutlu olamıyor muydu hiç? Geçimsizliği, bol Sin Kaflı sözleri o yüzden miydi? Dünyayı güzelleştirmek istiyor ve her seferinde de hayal kırıklığına mı uğruyordu? Öykülerindeki o serazatlık savurgan, kafasına estiği gibi ve umursamaz yaşantısından mı kaynaklanıyordu?

Kendi hayatının şiirini mi yazdı? Yazmasaydı deli olur muydu gerçekten? Aklına ne kadar mukayyet olabilmişti peki? Bugünün Türkiye’sinde yaşasaydı neler yazardı acaba?

……..

Değerli yayıncı İsmail Aydın ve şair Ercan Yılmaz’ın kültür hayatımıza kazandırdığı Sarıev Sohbetlerinde on beş günde bir işte böyle soru ve cevaplarla haşır neşir oluyoruz. Adapazarlıların pek haberi olmuyor, o ayrı! Öykü okuyan kaldı mı bugün? Öykü yazanlar bile öykü okumuyor desem, abartı mı olur sizce?

Ercan Yılmaz, Sait Faik adına bugün şehrimizde hemen hiçbir şey yapılmadığından söz etti. Neler yapılabileceğini konuştuk o zaman. Engin Yılmaz, Sait Faik’in her gittiği yerde ısrarla “yazar” olduğunu dile getirdiğini anlattı. Yazarlık bir hobi, bir gösteriş ya da boş zamanını doldurma aracı değildi demek. Basbayağı bir meslek, hayatını adadığın bir işti aslında. Sait Faik bunun en canlı örneklerindendi işte! Tıpkı Selahaddin Şimşek gibi!

Selahaddin Şimşek, yani Ş.! O da başka bir Adapazarlı yazar ve entelektüel… Aramızdan ayrıldığının yirmi ikinci yılında işte onun için de bir anma etkinliği düzenleniyor Eskader tarafından. Perşembe günü, yani yarın, saat 18.00’de, İstanbul, Cağaloğlu’nda. Değerli yazar Mehmet Nuri Yardım bu panelin yöneticiliğini üstleniyor. Biz de, Selim Gündüzalp, Cihat Zafer,Fahri Tuna ve ben, Adapazarlı dostları ve öğrencileri olarak dilimiz döndüğünce anlatacağız Selahaddin Şimşek’i. Söz mutlaka Sait Faik’e de gelecek, eminim. Tanpınar’a, Sezai Karakoç’a veya Cemil Meriç’e geleceği gibi… İyi yazarlar, iyi düşünürler kol kola çünkü.Her biri diğerini çağırıyor, mahallede top oynamaya çıkan çocuklar gibi. Hepsinin kalemi farklı ama değerleri aynı noktada birleşiveriyor işte: İnsanlık!

İster Sarıev’de olsun ister İstanbul’da ya da herhangi bir yerde, okuyan, düşünen ve sorgulayan insanları bir araya getiren her tür etkinlik bizler için bulunmaz birer nimet. Öyle bir nimet ki, paraya, maddiyata tahvil edilemiyor, zihinlerde ve yüreklerde yankısı kalıyor yıllarca silinmeyecek.

Dün akşam Sarıev’den çıktığımızda yağmur yağıyordu, başımı kaldırıp gökyüzüne baktım, sonra da Bulvar’a doğru uzayıp giden ıslak, su birikintileriyle dolu sokağa, Sait Faik Sokağı’na! Askılı pantolonuyla bir çocuk koşuyordu sanki önümüz sıra, hayat için acelesi var gibiydi… Ve Bulvar’a geldiğimizde yakışıklı bir adam,  hararetli bir sesle bir şeyler anlatıyordu yanındakilere, galiba çağı sorguya çekiyordu! Belki de bana öyle geldi, kim bilir…