Bazen hayatın akışı içinde o kadar çok şeyi kanıksamış oluyoruz ki, doğruluğunu yanlışlığını sorgulamayı düşünmüyor veya düşünsek de üşenip aynı alışkanlığı sürdürüyoruz.Değerli bir hocam, Süha Oğuzertem, demişti ki: “Biz insanlar birer martı gibi programlanmışız, oysa bilinçdışı bizi hindi haline getiriyor!”. Hakikat payı yüksek! Etrafınıza şöyle bir bakın, hindi gibi kabara kabara yürüyenlerimiz az değil. Fakat hareket noktasında da pek pek bir hindi kadar hünerli olabiliyoruz işte. En fazla, düşündüğümüzle kalıyoruz, hindi gibi!

Yıllar evvel, bir TV kanalında haber müdürüm olan sevgili ağabey Murat Başaran da bana bir iş verip birkaç gün sonra “Ne oldu?” diye sormuş, “Düşünüyorum henüz” cevabını verdiğimde, “Ben çalışan adam istiyorum, hindi değil!” demişti. Haklıydı.

Neyse, meselemiz başka. Geçen gün fastfood tabir edilen türden bir restoranda siparişimi verdikten sonra kasadaki kız şöyle bir soru yöneltti bana: “Patatesiniz büyüyor mu?”. Ne cevap vermem gerekirdi sizce? “Büyüyor ablası, ellerinden öper, ama biraz yaramazlaştı son zamanda…”. Çocuk mu bu yahu? Ne saçmalıyorum! Tabii ki böyle söylemedim. Ancak aklıma gelen ilk şey, patatesle sevimli bir şeyin kastedildiğiydi; mesela bir çocuk, bir kedi ya da köpek; ne bileyim hoş, sempatik, sevilesi bir canlı gibi… Hayır, elbette onu kastetmiyordu çalışan. Ya ne demek istiyordu? Saniyeler içinde bir beyin fırtınası -Allah’ım nasıl da hızlı düşünüyorum öyle- ve evet, buldum sanırım, sabahleyin alelacele giydiğim eprimiş çorabın topuğundaki delik, yani bildik tabirle patates, büyümüş büyümüş de ayakkabıdan bile taşarak görünür hale gelmişti işte! Kızcağız bunu fark ederek gayet sevecen ve halden anlar bir tonda bana onu soruyordu demek. Hemen ayaklarıma kaydı dikkatim, fakat ne sağda ne de solda, bir yırtık, topuğumdan doğru arsızca uzanarak dışarıdan görünecek büyüklüğe ulaşan bir patatesim yoktu! “Allah’ım yardım et ne olur!”

Kafamı kaldırdım, kasadaki kızla göz göze geldik, ve çok geçmeden az önceki sorunun biraz değişmiş şekli çarptı yüzüme: “Patatesinizi büyütmek ister misiniz?”

Resmen azap içindeydim! Kızın sabırsızlanan bir hali vardı şimdi. Gerginleşmiş, bir an evvel cevap vermemi beklerken artık sabrının tükendiğini de belli etmeye başlamıştı. İyi ama neyin nesiydi bu patates? Hangi patatesi büyütecektim ben? Aklıma ağzı burnu, kaşı gözü ve hatta gözlüğü olan patates adam geliyordu şimdi de. Ondan mı hediye edecek veya satacaktı bana yoksa? Onun için mi soruyordu bana bu soruyu? Evet, desem patates adamım hazır mıydı ki? Onu şefkatli kollarıma alıp büyütmek üzere eve götürebilecek miydim? Evde birlikte mutlu olur muyduk?

Hindinin gözleri koca bir fritöz yağ içinde kızaran patateslere kaydığında mesele anlaşılmıştı. Hayır, dedim, normal boy olsun. Alıklığın bu derecesine pek az tesadüf etmiş olsanız da bir edebiyatçının mesleki deformasyon dedikleri illetten olsa gerek her lafın altında bir mecaz, bir kinaye, bir, ne bileyim, başka bir şey aradığı gerçeğini göz ardı etmeyiniz lütfen. Bildiğiniz kızarmış patatesi kastediyor kızcağız, ben nerelere gidiyorum baksanıza.

Öbür taraftan, bu kısa süreli yanlış anlaşılmanın sorumluluğunu tamamen bana yıkarsanız da haksızlık etmiş olursunuz. Zira çalışanın “Patates kızartmasını büyük boy almak ister miydiniz?” gibi bir soru yerine “Patatesiniz büyüyor mu?” şeklinde patatese özenle bakılan bir süs bebeği veya benzeri bir canlı muamelesi yapması bendeki saçmalamayı az buz tetiklememişti. Kaldı ki patates kendi kendine nasıl büyüyecekti? Çalışan ikinci soruda belki de durumu düzeltmeye çalışmış ama yine yanlış bir soru kalıbıyla beni derin düşüncelere gark etmişti işte! Ben hindiysem o da martı değildi anlayacağınız.

Sorun, dilimizi konuşurken artık galat-ı meşhur kıvamına gelmiş ve fakat anlamca nereye gittiği belli olmayan ifade kalıplarını kullanmaktan kaynaklanıyordu. Tıpkı, çalıştığım bir şirketteki sekreterin, telefonu her açtığında kim olduğunu öğrenmek için, arayan kişiye “Kim arar?” diye sorması gibi!Ben de onun yanından geçerken önceleri içimden sonra sonra ise duyulacak şekilde Nilüfer’in bildik şarkısını mırıldanıyordum: “Kim arar söyle kim arar, vefasız olanı kim arar??”. Gülerek kendisiyle neden dalga geçtiğimi soran sekretere derdimi anlatmak ofsaytı anlatmaktan daha zordu diyebilirim. Biraz uğraştıktan sonra vazgeçtim zaten.

Gündelik hayatta iletişim kurarken buna benzer durumlar çok sık yaşanıyor. Ancak her ne hikmetse işimize gelmeyen yerde suçlu Türkçe oluveriyor hemen! Lastik gibi bir dil olduğundan, nereye çekersen oraya gideceğinden dem vuruyoruz dilimizin. Ama o dili yaşatan ve şekillendiren biz değil miyiz? Bilinçsiz, rastgele, hatalarla dolu bir dil kullanımının sorumlusu dilin kendisi midir acaba? Bizler git gide hindileşirken dilimizi ne hale getirdiğimizin farkına varıyor muyuz hiç?

Neyse, patatesinize iyi bakınız!