Uhud harbi, Efendimizin (sav) İslâm ordularının başında çıktığı, sonuçları ve gerek her biri birer yıldız olan sahabilere ve gerekse gelecek nesillere verdiği derslerle tarihin altın sayfaları içinde yerlerini alan, gününden önce yapılan plan, istişare ve hazırlıklardan öte, anlık stratejiler içeren, savaş sanatının harika örneklerinin sergilendiği muhteşem bir karşılaşmadır. Okçularla verilen mesaj ise; acı, pahalı ve bir o kadar da ibretlikti.

Bedir’de aldığı darbeye karşılık vermek isteyen Kureyş, içinde üç bin deve ve iki yüz atlı birlik bulunan üç bin kişilik bir orduyla Medine’ye ilerliyordu.

Atlı birliğin başında Halid bin Velid bulunuyordu.

Allah Resulü yine hazırlığını yapmıştı. Özellikle atlı birliği durdurmak, Halid’in üstün harp kabiliyetine karşı önlem almak adına elli kişilik bir okçu birliği hazırladı. Okçuların başına Abdullah ibn-i Cübeyr’i komutan tayin etti ve onları tepeye yerleştirdi. Sonra kendilerine hitaben, aslında savaşı özetleyen bir konuşma yaptı. (mealen):

“Atlı birliğe çok dikkat edeceksiniz. Onların saldırısına karşı ok atarak mukabele edeceksiniz. Atlar ok atıldığında ilerleyemezler.

Savaş bitene ve ben size; “gelebilirsiniz!” diyene kadar yerinizden ayrılmayacaksınız. Şu atlıları bizden uzak tutacaksınız! Bizi arkadan kuşatmalarına engel olacaksınız!

Onları bozguna uğrattığımızı görseniz bile yerinizden kıpırdamayın.

Bizi öldürseler, başımıza kuşlar üşüşse, etlerimizi parçalamaya başlasalar bile yine de yerinizden ayrılmayın!”

Kumandanlar Kumandanı, harp bilgisi yanında müthiş bir insan uzmanı ve psikoloji dehasıydı. Konuşmasını, şu tarihi ikazla sonlandırdı:

“Ben size emir vermedikçe okçular tepeyi terk etmesinler. Bilin ki; siz yerinizde kaldığınız sürece İslâm ordusu muzaffer olacaktır!”

Allah Resûlü ordusunu hazırladıktan sonra kendisini tebliğ ile vazifelendiren, namını ve dinini dünyanın dört bir tarafına yaymakla görevlendiren Rabbine dua etti, sığındı, yardım ve inayet talebinde bulundu.

Her şey Bedir kahramanı, Uhud dehasının tahmin ettiği gibi ilerliyordu. Hz. Ali ve Hz. Hamza müşrik ordularının bir tarafından girip bir tarafından çıkıyor, sahabe ise Efendiler Efendisinin etrafında kenetlenerek, O’nu bir an bile yalnız bırakmaksızın kalabalık düşmana yükleniyor, gününü gösteriyordu.

Süvariler beklendiği üzere saldırıyor fakat okçuların atışları sayesinde üç denemede de başarısız oluyordu. Daha sonra İslâm’ın kılıncı olacak Hâlid, bir türlü oklardan yol bulamıyordu.

Bu duruma müşrikler uzun süre direnemediler ve geri çekilmeye başladılar. Müslümanlar kovalıyor, onlar kaçıyorlardı. İşte arzu edilmeyen bir beklenen daha cereyan ediyor, okçular rehavete kapılarak yerlerini terk ediyorlardı.

Okçuların yerlerini terk ettiklerini gören Halid bin Velid gibi usta bir savaşçı bu fırsatı kaçırmadı. Süratle arkadan dolaşarak geriden İslâm ordusuna hücum etti. Müslümanlar geriye dönerek atlılara mukabele etmek durumunda kaldılar. Bundan cesaret alan kaçmakta olan müşrikler kaçmayı bırakıp geri döndüler. Müslümanlar iki grup arasında kaldı.

Utbe, Efendimize taş atmış, mübarek dişini kırmıştı. İbn Kamie:

“Muhammed’i öldürdüm!..” diye bağırıyordu.

Hz. Hamza, Vahşi tarafından vahşice şehit edilmiş, Mus’ab’ın kanıyla birlikte yere düşecek olan sancak bir melek tarafından devralınmıştı.

Ka’b ibn Mâlik:

“Resûlullah’ı şu gözlerimle gördüm, yaşıyor!..”

Diye bağırınca toparlanan Müslümanlar Uhud Dağı’na çekildiler. Müşrikler bu geri çekilmeyi zafer olarak kendilerine yeterli görerek geri döndüler. Medine’ye saldırmaya cesaret edemediler ve takip edildiklerinin de farkında olarak, yeni bir karşılaşmayı göze alamayıp Mekke’ye gittiler. Efendimiz yine de kendilerini takip ettirdi. Savaş böylece sona ermiş oldu.

Efendimizin kırılan dişleri ve İslâm kahramanı şehid Hamza bir tarafa, tarihin aklı hep şu ikazda kalmıştı:

(Ben size emir vermedikçe)

“OKÇULAR TEPEYİ TERK ETMESİNLER!”