Zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu, gerçek! O yüzden, 15 Temmuz’a kadar aramızdan bazılarının burun kıvırdığı, komplo teorisi bunlar diyerek geçiştirdiği fakat aslında ülkemiz için ciddi tehlike barındıran pek çok plan ve projenin hiç de asılsız olmadığını şimdilerde anlamış bulunuyoruz. Hayır, bu köşede siyaset yazmaya cüret etme ahmaklığını göstermeyeceğim. Benim işim o değil. Kültür, sanat ve toplum üzerine yazıyorum, bunun dışına çıkmaya niyetim yok. Dolayısıyla bugünkü yazımda da, şu günlerde Türkiye’de yaşayanlar olarak içinde bulunduğumuz durumun toplumsal ve tarihsel görünümüne dair bazı izlenimlerimi paylaşacağım.

Nuri Bilge Ceylan, 2008 yılında Cannes film festivalinde Üç Maymun filmiyle “En İyi Yönetmen” ödülünü alırken yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme armağan ediyorum.” O zamanlar bu sözün aşırı duygusallık ve hatta hamaset içerdiği düşüncesiyle söylenmiş olduğu kanaatiyle fazla üzerinde durmamıştım. Git gide, karşılaştığımız olaylar ve gözlemlerimle, Ceylan’ın aslında az bile söylediğini, yalnız değil yapayalnız ve bununla beraber çok çok güzel bir ülke olduğumuzu daha iyi anladığımı söylemeliyim.

Kabul edelim ki, Türkiye’de yaşamak, ne işle meşgul olursanız olun, hangi toplumsal, cinsel ve etnik kategoride yer alırsanız alın, daima meşakkatlidir. Bunun sebepleri malum… Ekonomik refahın bir türlü gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşamaması, anti demokratik uygulamalar ve döngüsel olarak tepemize inen darbelerle yaşadığımız maddi manevi kısıtlamalar, eğitim sistemimizin bir türlü “kaliteli birey” yetiştirecek standarda oturtulamaması, geri kalmış yasalarla kıstırılan, boğulan kişisel hak ve hürriyetler… Bunların çoğunu düzeltme ve iyileştirme yolunda son yıllarda ciddi adımlar atıldı ve atılmaya devam ediyor ancak geldiğimiz nokta hâlâ tatmin edici değil. Yemek yediğiniz lokantada size küfreder gibi servis yapan garsondan tutun, derste soru almıyorum bahanesiyle öğrencisiyle muhatap olmaktan kaçan üniversite hocasına, sevgilisiyle el ele yürürken bütün kaldırımı işgal etme hakkını kendinde gören çiftlerden tanımadığı biriyle bile senli benli konuşabilme özgüvenine sahip görgüsüzlere kadar karşılaştığımız bir yığın durum da işte yukarıda saydığımız sebeplerden kaynaklanıyor aslında. İnsani gelişmişlik ne yazık ki otomobil ve cep telefonu sayısındaki artışla koşut ilerlemiyor. Babamdan otuz küsur yıl önce duyduğum “Daha kırk fırın ekmek yememiz lazım” sözünün bunca zaman sonra hâlâ geçerli olması da ayrı bir ironi tabii. Bilemiyorum, belki de ekmeği fazla kaçırdık!

Öbür taraftan, rahmetli Çetin Altan’ın “Enseyi karartmayın” düsturundan hareketle biz de, aslında bu tip gelişmemiş ülkelere mahsus can sıkıcı şeylerin mutlak düzelebileceği umuduyla yaşıyor ve bir taraftan da bardağın dolu tarafına bakmayı yeğliyoruz. O zaman karşımıza farklı şeyler çıkageliyor. Mesela son iki yüz yıllık tarihimiz… Osmanlı’nın son yıllarından Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşuna ve oradan da bu son darbe teşebbüsünü yaşadığımız 2016 yılının temmuz ayına uzanan süreçte coğrafyamızda, vatanımızda çok kan döküldü; bölündük, parçalandık ve küllerinden yeniden doğan Anka kuşu gibi dirildik adeta. Anadolu bizim yurdumuz, bizi buradan çıkaramazsınız dedik, bu kez de içimizden yıkmaya çalıştılar, birbirimize kırdırmak istediler bizi. Fakat ne oldu? İnadına bir olduk, birlikte olduk ve kenetlendik.

Bugün, 2016 yılında, ülkemizin, Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyadaki yalnızlığı bir kez daha tescillendi. Bunu görmemek imkânsız. Fakat tescillenen bir başka şey de şuydu: Bu ülkenin evladı ne hürriyetinden ne de vatanseverliğinden ödün verirdi! Çünkü o, Türk’tü!

Türk demek, baş edilmesi zor insan demektir. Müslüman bir Türk ise baş edilmesi neredeyse imkânsız olan insan demektir. Türkiye ve Türk insanı, bugünlerde tarihinde hiç olmadığı kadar yalnız ama hiç olmadığı kadar da güzel! Çünkü “dörtnala uzanıp uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi sokulan bu memleket” hâlâ bizim! Çünkü biz bu memleketi herkesten çok hak ediyoruz!

Görüyoruz ki bugünlerde Avrupa’da, Ortadoğu’da, okyanus ötesinde ve dünyanın başka yerlerinde birileri hırsından adeta kuduruyor. Bizlerse şerefle savunulmuş bir vatanın fertleri olarak, düşen maskelerin ardındaki yüzlere pek de şaşırmadan yolumuza devam ediyor, olsa olsa akşamları bol köpüklü Türk kahvemizi yudumlarken cihana şöyle kalender bir edayla bakıp gülümsüyoruz. Batılılar bilmez, “bir özge temaşa”dır bu!