2003 yılı nisan ayının ilk günü, İstanbul’da bulutlu, serin bir hava vardı. Ben o gün, sırtımda ince beyaz pardösüm, edebiyat bölümünün son sınıfında öğrencisi olduğum Yeditepe Üniversitesi’nin Kayışdağı’ndaki kampüsünde dersten –ama hangi dersten?-çıkıp bir otobüse atlamış ve Üsküdar’a inmiştim. Orada, meydandaki büfelerden birinde alelacele bir tost yiyip kalkmasına ramak kala Beşiktaş vapuruna yetişerek karşıya geçmiş, Beşiktaş’taki otobüs duraklarında beni nihayet randevulaştığım yere götürecek belediye otobüsünü beklemeye başlamıştım. Gideceğim yer, Seyrantepe’de, yeni kurulan İstanbul TV’nin binası (O zamanlar orada Galatasaray’a armağan edilen stat henüz inşa edilmediğinden Seyrantepe’ye Arslantepe diyen kimse de yoktu tabii), görüşeceğim kişi ise yazar Murat Başaran’dı. Birkaç ay önce, “nisanda gel” demişti bana, tam 1 Nisan’da.

Biraz heyecanlı, biraz ürkek ve kaygılı ama soğukkanlı gözükmeye çalışan genç bir televizyoncu adayıydım. Tecrübem yok denecek kadar azdı. Aynı televizyon kanalının program katında birkaç ay ne yaptığımı kendim de anlamadan dolanıp durmuş, öncesinde de rahmetli Levent Kırca’nın yanında kısa bir süre metin yazarlığı yapmıştım, o kadar. Peki ya şimdi? Acaba sırada ne vardı?

Otobüs geldi, yarım saatlik bir yolculuğun ardından, daha önce de defalarca gittiğim binanın önünde indim ve doğruca Başaran’ın yanına çıktım. Odasının kapısını tıklattıktan sonra yavaşça kafamı uzatarak selam verdim ve ekledim: -Bugün, 1 Nisan!

Müstakbel patronum, oturduğu koltukta her zamanki ciddi duruşunu bozmadan, biraz müstehzi gözlerle bana baktı ve cevap verdi: -Neşe doluyor insan!

Bir sit-com havasındaki bu kısa diyalogun ardından beni bir bilgisayarın başına oturtarak hızlıca bir özgeçmiş yazmamı istedi, yazdım. Sonra özgeçmişi elimden alarak “Sana haber vereceğiz, gidebilirsin.” dedi. Yarım saat bile sürmeyen bu görüşmenin ardından tekrar geri dönüş yoluna koyuldum ama canım hiç eve gitmek de istemiyordu. 4. Levent’ten metroya binip Taksim’e çıktım ve İstiklal’de aylaklık etmeye başladım. O zamanlar İstiklal kitapçı dolu, ben de hepsinde azar azar vakit geçiriyorum. Galatasaray Lisesi’nin oraya geldiğimde, sol tarafa, denize inen yokuşta yeni açılan Can Yayınları kitapçısına girdim ve oranın kelepir rafındaki kitapları karıştırmaya başladım. Ancak kafamdaki sorular beni pek rahat bırakmıyordu. Acaba arayacaklar mıydı? Beni işe alırlarsa hangi departmanda çalışacaktım? Oradaki insanlarla uyum sağlayabilir miydim? Bunun gibi sorularla zihnim meşgul ve ellerim Can yayınlarının beyaz kitap kapakları arasında gezinirken telefonum çaldı. Açtım, Murat Başaran’dı. Olumsuz düşünmeye alışmış zihnim mutlak kötü bir şey olduğuna hükmetti, yoksa niye bu kadar çabuk haber gelsindi? Murat ağabey konuştu:

-Serhat, haber merkezinde görev yapacaksın. Yarın gel başla. Maaşın beş yüz bin lira…

Teşekkür ederek telefonu sevinç ve şaşkınlıkla kapattım. Saate baktım, üçü gösteriyordu. Yıl, 2003’tü. Ben 23 yaşındaydım. Fakat bir dakika! Günlerden de 1 Nisan’dı. Bu bir şaka olmasındı sakın? Öyle ya, bir sürü aday varken bu kadar çabuk nasıl neticelenmişti benim başvurum? Koskoca adam, kanalın haber müdürü, yazar Murat Başaran beni kandırmış olabilir miydi? Kandırmadıysa beni hemen işe nasıl almıştı yarın gel başla diyerek? Beş yüz bin lira maaş da hiç fena değildi. İçerenköy’de oturduğum evin kirası iki yüz bin liraydı. Geriye epeyce para kalıyordu yani. İyi ama benim hiç habercilik tecrübem yoktu… Gerçekten işe hazır olup olmadığımı anlamak için beni denerlerse ne yapacaktım?

Bu gibi kuruntularla kitapçıdan çıktım ama Tünel’e doğru yürüdükçe aldığım haberin gerçek olduğuna daha da inanarak kuruntulardan da kurtuldum. Attığım her adımda biraz daha ferah, etrafa karşı biraz daha iyiliksever ve hoşgörülüydüm. Bayağı neşeliydim kısacası. “Bütün saadetler mümkündür” diyen Ziya Osman veya “Deli eder insanı bu dünya” diyen Orhan Veli gibi müsterihtim. İçimden “Bugün 1 Nisan, neşe doluyor insan” diye mırıldanarak beni tekrar karşı yakaya götürecek vapurun yanaştığı iskelenin yolunu tuttum.

O günden beri, hiçbir 1 Nisan’da öyle mutlu, ferah, neşeli olduğumu hatırlamıyorum. Bundan sonra olabilecek miyim? Kim bilir… İlkokulda renkli tebeşirlerle sınıfın kara tahtasına ve yerlere yazdığımız 1 Nisan’ları, öğretmen sınıfa girip de bunlardan birinin üstüne basınca patlattığımız Nisan 1 kahkahalarını hiç unutmuyorum. On dört yıl öncesinin 1 Nisan’ında, 23 yaşında, ince uzun bir delikanlı, çok sevdiği İstanbul’unda habercilik yapacak diye göğsü nasıl geniş, içi nasıl mutluydu, hiç unutmuyorum. “Yaşamak hatırlamaktır” diyordu Ülkü Tamer. Onu da şimdi, artık orta yaşlı bir insan olduğumu kabullenerek ömrümün geriye kalanında kaç 1 Nisan daha yaşayacağımı düşünmekten ürktüğüm bir zamanda, çok, çok daha iyi anlıyorum.