“Yunus ki süt dişleriyle Türkçenin

Ne güzel biçmişti gök ekinini” Cemal Süreya

Elbette Cemal Süreya’nın tabiri çok daha sıcak ve şiirli fakat fakire sorarsanız, bugün, Yunus Türkçesi daha doğrusu Yunus dili için süt dişleri tabirinin değiştirilmesi gerekiyor.

Yunus Türkçesi, sadece bir konuşma lisanı olarak değil, çoğu zaman susma lisanı olarak yani bir gönül dili olarak da süt dişlerinden çok daha kalıcı çok daha sağlam kök dişleridir.

Kök kelimesinin sizde gelenek anlamı çağrıştırmış olmasını gerçekten çok isterim ve bunu hissetmiş olmanızdan mutluluk duyarım.

Bizim Yunus, yalnızca lisanımızı yaşatan ve bugünden geleceğe aktaran bir şiir dili, bir şiirli dil kurmaktan, o dilin Cemal Süreya’nın inanılmaz sıcak tanımlamasıyla Türkçe’nin süt dişleri olmaktan ziyade bir yaşayan süren eserin, hayatın adıdır.

Bizim Yunus, bir gönül dili kuran, o dili yaşatan, o dili güzelleştiren, o dili hak dili yapan gönül erlerinin, hakikati arayan ve onu bulduğunda dünya malı ve kibir başta olmak üzere nice şeytan canavarıyla boğuşan incelik savaşçılarının (Müslümanlık ince insanlıktır. Dervişlik ince Müslümanlık. Ömer Tuğrul İnançer.) süt dişlerini dünyanın cümle küfrünü, derdü gamını öğüten kök dişlerine dönüştüren bir rehber olarak hayatiyetini, maddi ve manevi tasarrufunu sürdürmektedir.

Burada, Cemal Süreya’nın Hazreti Yunus’a hayranlığını bir kere daha okumak gerekiyor.

“Yunus ki süt dişleriyle Türkçenin / Ne güzel biçmişti gök ekinini / Düşman müşman girmeden araya / Dolanıp bütün yukarı illeri / Toz duman içinde yollar boyunca / Canından sızdırmıştı şiiri; / Vasf-ı Hal’inde öyle esrikti / Acı dirliği Âşık Paşa’nın, / Günlük gibi havayı doldururdu / Sevginin ve kimyanın öğretisi”

“İnsanlar sevilmek, eşyalar kullanılmak içindir. Artık insanları kullanıyor, eşyaları seviyoruz.” diyen ne kadar haklı. Makinenin, eşyanın, rengin, tasarımın, sözün, mekanın, zamanın, hissettiğimiz ne varsa birer şeytana dönüştüğü bir çağda yaşıyoruz.

Bendenizin sorusu basit: “Uçsuz bucaksız buğday tarlalarının saf masumiyeti ortasında, alabildiğine sakin, seyrek ve fıtratı bozulmamış bir cemiyet içinde, ta bugünün şeytanlarını nasıl görebilmiş, bu cehennem uğultusunu şırıl şırıl dereler, yaprak yaprak ağaçlar ve neşeli kuş sesleri arasından nasıl duyabilmiştir Hazreti Yunus?

Bunun cevabı bende şimdilik sadece “buğday.” “Buğday” derken ne kasdettiğimi gelecek yazıya bırakıyorum.

İlk Yunus Emre okumam sanırım ortaokul yıllarıma rastlıyor ve günlük bir gazetenin hediyesi iki kitaptan biri olarak kütüphanede duruyor Yunus Emre Divanı. Yanında da Mevlana Celaleddin-i Rumi. Ne kadarını okuduğumu, ne kadarını anladığımı elbette hatırlamam mümkün değil.

Yunus Emre de diğer büyüklerimiz gibi, okumadan bildiğimiz ve hiç okumadan hayata veda ettiğimiz büyüklerimizden.

Sakarya Valiliği, geçtiğimiz sene Alifuatpaşa’da, alkışlanacak bir etkinliğe imza atmıştı. Necip Fazıl’ın o ünlü “Sakarya’nın saf çocuğu” mısralarını, Sakarya, Alifuatpaşa’daki şahane Bayezid Köprüsü’nün altından usul usul akarken dinlemiştik. Kültür sanata gönülden bağlılığıyla sessiz sedasız iyilikler üreten Sakarya Valisi Mustafa Büyük, bu güzel etkinliği gelenekselleştiriyor. Bu yıl yine aynı yerde, bu defa Yunus Emre şiirleri okunacak. Bu defa, Necip Fazıl’ın aynı şiirde, “Hani Yunus Emre ki kıyında geziyordu” mısraına ses vereceğiz. Yunus Emre her dem burada, her dem bu nehrin kıyılarında geziyor diyeceğiz. Aşkın ve gönlün bereketli kıyılarında.

Haftaya hem Hazreti Yunus’tan hem de “buğday”dan söz etmeye devam edeceğim.