Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:

Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi

Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten

Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği.

Sizin de Ataol Behramoğlu gibi, “Yaşadıklarınızdan öğrendiğiniz bir şey var” mı, bilmiyorum. Benim çok var ama unutuyorum nedense. Yaşadıklarımızdan bir şeyler öğreniriz, sonra onları yapmayız veya unuturuz. Bir daha öğrenir, gene unuturuz. Mesele de bu değil zaten. Ne öyleyse? Mesele, hayatını nasıl yaşadığın…Ben etrafıma baktığımda en çok noktasız, virgülsüz hayatlar görüyorum. Gelişine yani, sorgulamadan, ölçüp biçmeden; kural, intizam, adab-ı muaşeret gibi şeyleri umursamadan… En çok da birbirimizle iletişimkurarken böyleyiz, konuşurken ve yazarken.

Bu rahatlığın en canlı şekilde yansıdığı mecra da hiş şüphesiz iletişim ağları, özellikle de internet.Eskiden sokaktaki adamın kendisine mikrofon uzatıldığında yaptığı yorumlara ve yaşanan komik diyaloglara gülerdik. Şimdiyse sokaktaki adam interneti keşfetti. Yazıyor, konuşuyor, yüklüyor… İnternet yaygınlaştığından beri artık hepimiz birer yazar, şair, haberci, yorumcuyuz. Ancak ufak bir kusurumuz var. Bu işleri icra ederken unuttuğumuz bir şey: DoğruTürkçe!

Günlük hayatında iki kelimeyi üst üste doğru düzgün söylemeyip periscope’takendini Ali Kırca sanan mı ararsınız, klavyeyi eline alıp değme üstatlara taş çıkartan şair, yazar müsveddeleri mi? Bütün bunların en belirgin ortak özelliği ise Türkçeye hâkimiyetlerinin ilkokul düzeyinde bile olmaması! Üslub-u beyan ayniyle insandır, diye boşuna söylememiş atalarımız. Galiba hayatı nasıl yaşıyorsak öyle de yazıyor, konuşuyoruz.Lamburlumbur, özensiz, dikkatsiz, savruk, gelişine, kaba, hoyrat…Trafikte makas atar gibi, caddenin ortasına tükürür gibi, yaya geçidindeki kadının üzerine arabayı sürer gibi, herkesin içinde bağır çağır telefonda konuşur gibi… Bakıyorum, yazarken mesela noktalama işaretlerini hiçbir surette kullanmayan da var, cümlenin içine aldığı kadarıyla serpiştiren de. Arkadaş, Nusret’in eti o artistik tuzlaması gibi yukarıdan aşağıya döküveriyor işaretleri, nereye denk gelirse.

Bakın bir fotoğraf altı yorumu şöyle: Güzel insanlarda var! Yazan, “da”yı nereyi koyacağını bilememiş, ayırmaya gönlü razı olmamış; “var”ın yanına koysam, olmaz, “davar” olur, en iyisi “insanlar”ın yanına koyayım, demiş olmalı. Bir diğeri, işkence edilen çocuğa duyduğu şefkatle, işkence edene sıraladığı küfürleri ayırma gereği duymayınca ortaya şöyle bir garabet çıkmış: “ş….o….ç…. p…. geçmiş olsun yavrucak”.

“Eğitim şart” mı diyeceksiniz? Öyleyse bugünlerde basında yer alan,ülkemizdeki öğretmen adaylarının mesleki yeterliliği, daha doğrusu yetersizliği ile ilgili şu habere bakmanızı öneririm: “Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre geçen yıl öğretmen olmak için girilen sınavlarda adaylar kendi alanlarıyla ilgili soruların birçoğunu cevaplayamadı. En başarısız olan adaylar, lise matematik öğretmenleri oldu. En başarılılar ise 50 sorudan ortalama 32’sini yapan Türkçe öğretmenleri oldu.” Türkçeciler en başarılarıymış öğretmen adaylarımızın. Elli soruda otuz iki net çıkarmışlar! Eğitim şart tabii! Ne yazık ki dükkânı kapatıp gidemiyoruz, bu ülke de bizim bu gençlik de.

Şiiri, edebiyatı hatta sanatın tümünü de bu düzeysizliğin-vasatlığı geçeli çok oldu- içine çektik ne yazık ki. Şiir sokakta diye bir şey uydurdular, o da pek tutmadı. Nasıl tutsun, kimse sokakta değil ki! Herkes evinde veya kafede, bilgisayarının başında, elinde tablet, telefon… Dizi de başladıysa kim çıkacak sokağa, hem de şiir için? Herkes kendi teknolojik dünyasında yazıyor şiirini, yazılmışı paylaşıyor yalan yanlış… Şiiri ilk defa internette gören, ilk yazı denemelerini internette yapan birine noktayı, virgülü, bağlacı ünlemi unuttun demek yüzüne sövmekle aynı şey! Ama galiba şu sosyal medyada “layk”ladığımız, şiirli sözleri de yanlış anlıyoruz. Yaşadın mı büyük yaşayacaksın diyor şair;kafana göre yaşa, kural mural dinleme, rahat ol, demiyor.Türkçenin canına oku, hiç demiyor!

Reklamların, popüler filmlerin, televizyon programlarının bile içimizdeki “hayvan”ı cilalayıp parlattığı bir devirde, Türkçeyi doğru kullanmadığımızdan yakınmak da iş değil. Kaybettiğimiz zarafeti, adab-ı muaşareti hatta insanlığı yeniden kazanırsak sıra bir gün Türkçemize de gelebilir, belki!