Tercihen Müslümanlığım, 1970'lerin ortalarında, üç çocuklu ve tek maaşlı bir devlet memurunun mütevazı sahur sofralarına, "Beni neden kaldırmadınız?" diye mahmur bir küskünlükle ilişiverdiğim çocukluk günlerimden sonradır elbette. Yine yaz mıydı? Oruçlu oruçlu bu sıcakta kaç maç yapabiliriz diye iddialaştığımıza ve maç aralarında vagon lojmanlarının bahçe çeşmelerinden Çark'tan gelen dere suyunu kana kana içtiğimize göre, öyle.

Çocukluğumuzda Müslüman ediliriz, amenna, fakat gençliğimizde Müslüman oluruz!

Tercihen Müslümanlık. Bu benim için 80'lerin sonuna denk geliyor. Artık yaz oruçlarının sonudur, ki, çocukluğumun yaz oruçları, bir ömrün ilk baharı gibi, her şeyin sesten ve ışıktan ibaret olduğu bir asr-ı saadet devridir ve teşbihte hata olmasın, asr-ı saadet gibi hem sıcacık hem de kısacıktır.

Yazların çabukluğu gibi, fakir, başkaları tarafından İslamcı, şucu, bucu diye gizli ve açık ayıplanadursun, İslamcılık da bütün sıcaklığına rağmen kısacık sürecekmiş meğer. İslamcılar, benim, bahçe çeşmesinden Çark suyunu, çaktırmadan içtiğim gibi, oruçlarını bozan ne varsa yine çaktırmadan yiyip içmeye başlayacaklarmış da haberimiz yokmuş.

Meğer bir gün gelecek, bize devletin televizyonu başta olmak üzere onlarca ekrandan İslamiyetin ne kadar şahane bir din olduğunu anlatacaklarmış. Buna bütün kalbiyle "Elhamdülillah" diyememek. Meğer bugünleri de görecekmişiz. İslam elbette şahane. Bunu eskiden de biliyorduk. Ya Müslümanlar? Eskiden olduğu gibi göğsünü gere gere Müslüman da şahanedir, diyememek.

Müslümanlık en başta ve en çok "benlik davası"na karşı. Fakat en çok "ben haklıyım" diyenler, üstelik bunu kafire değil de Müslüman kardeşine acımasızca dayatanlar hep Müslümanlar. Ne acı!

Şeker hastalığının tesbiti için ölçülen açlık ve tokluk şekeri tahlili, eğer bizim İslamcılığımıza bir uygulansa, korkarım çok azımız bu testten oruçlu olarak çıkarlar. Onlar da sanırım, çocukluklarından beri Müslüman olmalarına rağmen bir tek gün bile İslamcı olmamış kimselerdir.

Bugün, faizli kredisi bile bitmemiş site dairesinin muktedir Müslümanı, kuş sütü eksik iftar sofralarında kuş yemi kadar bereket kalmamış, zavallı bir zalimdir. Komşusu yoktur, yetimi yoktur, yaşlısı, yolcusu yoktur, tanrı misafiri yoktur. İrfanı, izanı, ruhaniyeti, şevki, aidiyeti, tarihi, şiiri yoktur. Sloganları vardır. Efendilerinin işaret ettiği kim varsa sopadan geçirmeye hazır, kör ve kuru inadıyla eli değnekli bu zalim, düşüncesizdir, duygusuzdur. Hep almaktan, hep ele geçirmekten, hep idare etmekten, hep biriktirip yığmaktan, hep iktidardan söz etmektedir.  

Manda kasa Alman arabaların en gıcırına, banknotların en gıcırına, İngiliz kumaşlarının en gıcırına, İtalyan parkelerin en gıcırına, Fransız mobilyaların en gıcırına, İsviçre saatlerinin en gıcırına sahip olduk ama Müslüman Türkün o riyasız, o samimi oruçlarına sahip çıkamadık.

Küfür ve zulüm, Beyoğlu'nun bütün güzel dükkanlarını elinde tutar ve devleti de bu dükkanlardan biriymiş gibi idare ederken, biz, bisikletinden başka hiç bir şeyi olmayan, demiryolunun Mithatpaşa'da hemzemin geçit bekçisi Muhittin Amca'nın bahçesinde, asma dalları altında, ebatları ve yükseklikleri farklı, tabakları, çatal bıçağı birbirine uymaz fakat büyük küçük bütün gönüllerin merhamet denen bir eski zaman saatine ayarlı olduğu sofrasında, yüzlerimizde iyi insanlara mahsus bir solgunlukla iftarı bekliyorduk. Bir de, Müslümanlığımızı hor görmeyecek birilerinin belki bir gün bizi idare etmesini.

Şimdi, Beyoğlu'ndaki dükkanlar gibi idare edilmesinden mazlum olduğumuz o devleti biz idare ediyoruz. Elbet eskisinden iyidir, olmasın mı daha? Neredeyse Beyoğlu'ndaki bütün dükkanlar da bizim artık. Yahut, dünyanın bütün dükkanlarının en "muteber" müşterileri artık biziz diyelim. Muteber deyişim, "cüzdanımızın şişkinliğine saygı" bakımından.

Fakat, her geçen gün, iftar saati yaklaştıkça, gönlümde aynı sualin melali. "Kim ürküttü bu serçecik akşamları?"

Dünyaya bir dükkanın müşterisi gibi girip çıkacağınıza, o dükkanın geçmiş bütün borçlarını, yenmiş haklarını, kırılmış gönüllerinin ahını, o dükkanın bütün kirini, pasını, zulümlerini devralmaya, hatta ileri götürmeye çalışmaya, başka dükkanları da ele geçirme hayalleri kurmaya, dünyaya bir iştahla, bir hırsla bilenmeye, dünyaya bir merakla bulanmaya, dünya malı için bir kinle, bir düşmanlıkla bölünmeye, dünya kadar derdi ve günahı boynunuza bir gönüllü "hammaletel hatab-odun taşıyıcısı" gibi yüklenmeye değdi mi sahi?

Değdi mi, bu serçecik akşamları ürküttüğünüze?