“Hayatın kuralı bu, yeğen! Ne kadar uzağa gidersen git, başladığın yere dönersin sonunda. Ne kadar değişirsen değiş, nerede mutlu olduysan, hep oraya çevirirsin kafanı. Ne kadar terbiye etsen de, susturamazsın içindeki canavarı. Nereye gidersen git yeğen, şunu unutma! Herkes gün olur evine geri döner”

Ramiz Dayı’nın “Ezel”e söylediklerini Tuncel Kurtiz’in sesinden dinlemek lazım.

Kitaplarım ve Sony walkmanimle az tren yolculuğu yapmadım Eskişehir’e. Doğançay’ın çınarları, Vivaldi, Dört Mevsim. Hep yanımda o kaset. Geceleri, buz tutmuş Porsuk, demiryollarının misafirhane penceresinden, elbette ileri saracaksın kasedi, “Kış”a gelmek için… Adapazarı’nın gizli Kültür Bakanı, “The Ambassador” Mehmet Toplar çoğaltıp veriyor, Orhan Veli’nin şiir kasetini. Müşfik Kenter okuyor şiirleri. Geceler boyu, defalarca, Grundig teypte Orhan Veli. “Elifbamın yapraklarında... Gemilerim, yelkenli gemilerim...”

Şimdi kolay, gir internete, istediğin şairin adını yaz, kendi sesinden hem de görüntülü, klipli, dinle şiiri. Dinleyen var mı? İçimizde şiire yer kaldı mı? İçimizde şiir okumayı küçümsemeyen kaldı mı?

“Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya / Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar / Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya / Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı / Bakıp  kapatıyorlar / Geceye giriyor türküler ve ince şeyler…” Gülten Akın’ı hatırlamamak mümkün mü?

Göçmenevler’e gidiyoruz, dolmuştan inmişiz, isli yağmurlarıyla sarmaş dolaş olmuşuz Adapazarı’nın, bahçe içinde, çık merdiveni, ikinci kat, gözlükleri, küçük çiçekli elbiseleri ve müsekkin gibi gülümsemeleriyle açacak kapıyı Nefise Hala, sucuklu yumurta yapacak. "Çorbam var, yemeğim var" diyecek, "yok" diyeceğiz, "sucuklu yumurta, iki yumurta kır yeter." Enişte export Malboro çıkaracak çekmeceden bir paket, videoyu da açacağız, TRT’nin 80’lerde çektiği Necip Fazıl Belgeseli’ni seyredeceğiz. Her Perşembe. Ezbere bilirim o siyah beyaz belgeseli. 2004’te “Üstad” çekilebilsin diye perişan olmamda payı var mıdır acaba o günlerin? Şimdi yine burnumda sucuklu yumurtanın kokusu. Enişte sessizce yanımızda oturur, Nefise Hala sütlü Nescafe yapar, gider uzun uzun namaz kılar içeriki odada, elinde tesbihiyle gelir, daha duası bitmemiş, "çok içme evladım" der, "çok içme, yazık."

Yazık? Bence de! Çok yazık. Sigara dumanı gibi dağıldı, geçti gitti o günler.

Herkes Müslüman olacak, herkes “Çağrı”daki gibi, Anthony Quin gibi olacak, dünya kurtulacak sanıyordum. Herkes bir şeyler oldu, en azından meşhur oldu, zengin oldu, milletvekili, belediye başkanı oldu. Ben onlardan hiçbiri olamadığım gibi o hayal ettiğim Müslümanlardan biri de olamadım. Ama çok güzel sucuklu yumurtalar yedim, çok güzel Nefise Hala’lar gördüm. Nefise Hala, Hüseyin Ağabey’in halası, rahmetli Hurdacı Osman’ın kız kardeşi. Bir radyo aldım Osman Amca’dan, yıkadım Orhan Caminin şadırvanında, götürdüm Radyocu Naim’e, söktürdüm içini sadece istasyon çizelgesi ve düğmeleri kalmacasına, kitaplık yaptım eski radyoyu, 1992’de, ART’de masama koydum. Radyocuyum, programımın adı, “Yıldızlara Tırmanmak”... “Radyo Dergisi”… Spotu, “Hayatınızı deniz seviyesinden yukarı çıkarın!” Selahattin Ağabey buldu elbet spotu, nerede bende o yetenek?

"Bu kitabı okumadın değil mi" dedi, "hayır" dedim, "iyi, oku o zaman" dedi. Evde sabaha karşı o kitabın içinden tam 10 adet banknot çıktı en büyüğünden, gıcır gıcır. Sömestre tatili diye o ay bursumu vermemişler Müslüman ağabeylerim. "Tatilde yemek yemiyor mu, çay içmiyor mu talebe" demiş, kızmıştı, demek tanıyordu bursumu verenleri. 3 gün sonra gidebildim Yenicami’deki kahveye. İçeri girer girmez, "sus" deyip bir de özür dilemez mi? "Biliyorsun param yok hiç, aslında daha çok vermem lazım sana" diyor. Bilmez miyim, sigara alacak parası yok, posterlerini satmış, ucuza, aldığıyla borcunu kapatamayacak, bu para aldığının önemli kısmı üstelik.

Evliyalar gördüm ben… 70’ini çoktan geçmişti, genç kız gibi çay getirir, yemek yapar, sofra kurar, kitap okutur, dinler, dalıp azıcık cereyanda kalsam, aman yetişir, sırtımı oğar, ısıtır, omzuma bir hırka koyardı Hikmet Anne. Ayhan Songar’la Ahmet Kabaklı’yı buyur ettiği yemek masasında, "Cihatcım sen ne düşünüyorsun" diye sormuştu. Yazık, büyük büyük konuşmuştum, bilmiyordum dervişin “eşik” demek olduğunu.

Suzan Anne’yi ilk gördüğümde büyük kızı Sevinç Ablanın evinin kapısındaydı. Gümüş saçları, saraylı yüzü, yeşil mi, mavi mi, ela mı hiç bilemediğim gözleriyle, bizimkinden farklı bir “dil”in insanıydı. "Buyurun evladım, hoş geldiniz" dedi, eğildi, yere elleriyle terlik koydu elleriyle. Evin erkeğine böyle davranmak gerekirmiş. Hep öyle davrandı. Kış geceleri eve gelir, sıradan bir akşam yerine, bayram sabahlarının ışıklı özeniyle karşılaşırdım. Yaşı yoktu Suzan Annenin. Hiç yaşlanmadı. Hikmet Anne'ye selam gönderiyordu içi gülen gözlerle, iyilerin duyabildiği kısık sesle.

Faik Baysal, İstanbul’da iş bulabileyim diye nasıl didindi, buldu da, yedi tepeli şehirde ilk paramı sayesinde kazandım. "Şairsin sen, unutma" dedi bir keresinde. O cümle yüz yıl yaşatırdı o günkü Cihat’ı, bunu biliyordu.

Allah’ın veli kullarını gördüm ben. Taşınacağım, nakliyeciyle kavga ettim, eşyayı öyle bırakıp gitmeye kalktılar, parayı peşin ödemişim, neymiş çokmuş eşya, piyano varmış, söyledik ya baştan, yok, daha para istiyorlar, vermem dedim, gidiyorlar, kapadım kapıyı üstlerine, ekmek bıçağını aldım mutfaktan, tehdit ettim hamalları. Polis, karakol, Ali geldi,  Ali Cağaloğlu, "Başka param yok Ali" dedim, "para onlarda"... "Paran burada" dedi, yeni nakliyeci tuttuk, Ali ödedi. Ben 25 yaşındaydım, Ali 65… Ali diyorum, arkadaşımdı, İstanbul’u öğretti bana, işsiz kaldım kiramı ödedi, her işimde, yeni odamı ilk o ziyaret etti. Meşhurdu, beyefendiydi, adamdı.

 Allah’ın meleklerini gördüm ben. Kabirlerinde bir ömür Yasin okusam haklarını ödeyemem. Hala eğitir, öğretir, himmet ederler. Direncim bundan.

 Ne diyordu Ramiz Dayı? “Ne kadar değişirsen değiş, nerede mutlu olduysan, hep oraya çevirirsin kafanı.” Ataşehir’deki özenti gökdelenlerin arasında onlarla baş etsin diye zorlanan Mimar Sinan Camii gibiyim. Özünden koparılmış. Ruhuna yabancı. Kavgacı. İddialı. Taklit. Ve yalnız…

 Kadir Gecesi geliyor. Her sene geliyor. “Her günü Kadir, her gördüğünü Hızır bil” diye boşuna dememişler. Bilmiyoruz.

“Ben gelmedim davi için / Benim işim sevi için / Dostun evi gönüllerdir / Gönüller yapmaya geldim” diyen Hz. Yunus’un eşiğine baş koymadan olmaz oysa.

 İnsanın kadrini bilen, Allah’la ve hayatla bambaşka ilişkiler kurabilmiş insanlar gördüm, tanıdım. Kim olurlarsa olsunlar, evvela zariftiler, nezaket değişmez özellikleriydi. Sadece kitapları değil insanları da okumuşlardı, bulutları da, kuşları da, ağaçları da, denizi de… Sonra cömerttiler, alabildiğine açıktı elleri, gönülleri. Sevgi dolu, müşfik ve gözü yaşlı insanlardı. Gözyaşları hemen gözlerinin ucundaydı, burunları sızlayıverirdi hemen, bir şarkıda, bir şiirde, doğmakta ve batmakta olan bir güneşte, düğünde ve cenazede. Bir de cesurdular, kahramandılar, merttiler. Bir ömür alınlarının teri dışında, ellerinin emekleri dışında kazanç peşinde koşmayacak, her lokmaya şükredecek, her lokmayı bölüşecek kadar.

Ölümünden solucanlar dışında kimse için iyi bir sonuç çıkmayacak olanlar yaşıyor artık bu dünyada. Onlar önce hayatlarının amacını sonra hayatlarını kaybediyorlar. Çünkü önce gönüllerini kaybediyorlar. Dostları yok, sevgileri yok, vefaları yok, ayrılık acıları yaşamadılar, hüzün yok hayatlarında, neşe de olmayacak, anacakları göçmüşleri de yok, göçünce onları anacak kimseleri de. Gönüller yapmaya gelenlere kapılarını açmamışlar… Acıyı bal eylemeye kalkmamışlar. Ağulu aşlardan başka nasipleri olmayacak.

Onlardan olma da nerede, ne halde olursan ol. Durup durup aynaya, banka hesabına, arabana, yazlığına, çocuklarına, iktidarına bakma.

Dönüp dönüp gönlüne bak.  Bak bakalım orada mı?

 “Sureta”dır, görüntüdür, görünüştedir, surettir sevdiklerin, asıl değil! O şiirler, sucuklu yumurtalar, sigaralar, müzikler, yollar, yolculuklar, kitaplar, hatta gençlik hatta aşk… Onları “gerçek” kılan senin küçücük kalbin değil, kocaman gönlündü!

Gönlün. Gönüller yapmaya gelen insanların güzelliğini gören gönlün! Onların yumuşattığı, kuşattığı, donattığı gönlün. Onların büyüttüğü, kocaman yaptığı gönlün.

(2012 Ramazanında yazılmış. Okudum da başka birşey yazmak gelmedi içimden. Cerrahi Asitanesi Sertariki Muzaffer Ergür'ü sırladık dün Edirnekapı'da. Gönüller yapmaya gelenlerin en güzel, en civanmert, en asil örneklerinden biriydi. Gördüğüm en güzel insanlardan biriydi, biricikti. Onların gelip geçtiği bu dünyaya yakışıyor muyum? Hiç.)