"yazar fahri tuna ile şair leyla şerif emin, üsküpYapmaya Çalıştığım, İyilik Portreleri Yazmak”

Söyleşi / Necla Dursun                                                                                                                                             

NECLA DURSUN’UN KALEMİNDEN…

Röportajımızın konuğu “Kırklanmış Portreler” ile beşinci portre kitabını okura ulaştıran Fahri Tuna. Öncelikle Şehir ve Kültür Dergisi’nin sorularına yanıt verdiği için kendisine teşekkür ediyor ve ilk sorumuzla söyleşimize başlıyoruz. Bir edebî tür olarak portre ve portre yazarlığı edebiyatımızın yaygın türlerinden biri değil ne yazık ki. Hal böyle olunca portre yazarlarının sayısı görece az denilebilir. Son yıllarda bu nadir isimlerde artış olduğunun gözlemlenmesi türün tanınması adına umut verici. Bu bağlamda; Türkiye ‘deki önemli portre yazarlarından biri olarak sizin portre yazarı yolculuğunuz nasıl başladı?                                                                            Ben edebiyata deneme ile başlamıştım. Türk Edebiyatı, Yedi İklim, İzlenim dergilerinde denemelerim yayımlanırken, Özdeyiş yazarı merhum Selahaddin Şimşek, ‘sende portre ve biyografi yazarlığı yeteneği var’ diyerek bana Yusuf Ziya Ortaç’ın Portreler’ini ve Mithat Cemal Kuntay’ın Mehmet Âkif’ini okuttu. O gün bugün, yaklaşık otuz beş senedir portreler yazıyorum, biyografi kitapları yayımlıyorum. Dokuzu biyografi, beşi portre, toplamda on dört kitabım yayımlandı bu alanda. Özetle, ben portreyi değil, portre beni seçmiş oldu.

Porteler için genel anlamda; beşeri zenginliğimizin yazıya dökülmüş hali, özel anlamdaysa; içine mektuplar, seyahatler, anılar, söyleşiler sığdırılmış çerçevesi geniş bir hatırat denilebilir mi? Siz portre ve portre yazarlığını nasıl tanımlıyorsunuz?                                                                               Ben portre yazmayı, kelimelerle resim yapmaya benzetiyorum daha çok. Lirik bir dil, arada anı-hatıra ve tasvirlerle bezeli, karakter analizleri serpiştirilmiş, sosyolojik tespitlerle süslenmiş rengârenk bir resim. Birçok edebi türün bileşkesi bence, portre. En çok da deneme ile yakın akraba.

şair -öykü yazarı bahtiyar aslan, öykü-deneme yazarı mehtap altan, yazar fahri tuna

“Portre” denilince akıllara önce kara kalem yahut yağlı boya portreler geliyor. Sizce portre ressamlığı, çizerliği, fotoğrafçılığı ile yazarlığı arasında görünen ve görünmeyen ortaklıklar var mı?                                                                                                                                                                                                  Şair Ercan Yılmaz, Fahri Abi, röntgen makinasıyla çeker gibi bir kişinin karakteri ile ilgili belirgin yönlerini tespit ediyor sonra da bir karikatürist gibi, kelimelerle üç beş çizgide ortaya koyuyor der. Birçok portre yazarı da böyledir aslında. Bu açıdan bakılırsa ressam fırça, çizer kalem, biz porte yazarları cümlelerle, aynı portreyi sunuyoruz okura. 

Portreler, kavramsallaştırmayı içerdiğinden sosyolojinin tüm olanaklarından yararlandığı söylenebilir. Örneğin bir portrenizde, portesini çizdiğiniz kişinin pentatlon sporcusuna benzediğini söylüyorsunuz. Portre yazmanın diğer disiplinlerle olan ilişki seviyesini nasıl değerlendiriyorsunuz?                                                                                                                                          Portre yazarının ilgi ve beslenme alanına, hayatın tüm katmanları, her aşaması, bilimin, edebiyatın ve sanatın her türü giriyor. En çok da psikoloji ve sosyoloji. Oradan çıkarımlar ortaya koyunca da denemeye yaklaşıyor, yer yer portre. Deneme soğukluğundan kurtarmak için de imgesel bir dil, samimi bir anlatım, hikâye diliyle hatıralar, yer yer ironi katıyorum ben.  

“Kırk Güzel İnsan” ve “Osmanlı Medeniyetinin izinde 40 Şehir Portresi”nden sonra şimdi  “Kırklanmış Portreler” raflarda yerini aldı. “Kırk” sayısı sizin için özel bir anlam mı ifade ediyor?                                                                                                                                                     Bir de otobiyografik Kırkikindi kitabım var daha. (Gülüşmeler.) Ben biraz kırk sayısına takmışım, takılmışım galiba. Bu kadar çok olduğunu, siz deyince fark ettim. Üçler yediler kırklar… Bizim medeniyetimizin güzel bir sayısıdır, kavramıdır, telmihidir, kırk. Kırklanmak, arınmak paklanmak demek. Efendimize kutsal görevi kırkında tevdi etmiş Yüce Çalap. Üstelik bu kitabımda portresini yazdığım kişiler, hep kırklı yaşlarındalar. Zengin bir çağrışım olsun istedim. Ama kırk kavramını abartmışım sanki biraz.

Portrelerini yazacağınız isimleri nasıl belirliyorsunuz? “Kırklanmış Portreler” de yer alacak isimleri nasıl belirlediniz?                                                                                                                                             Hiçbirini ben belirlemiyorum. Onlar bana kendilerini yazdırıyorlar: Ya bir telefon, ya bir edebiyat programında oturup konuşma, ya bir imzalı kitabını gönderme… Bir ödül alıyorlar, filan. Kışın dağlara yağan karların baharda eriyip ovalara akarken bir gözden / kaynaktan yeryüzüne çıkması gibi, yazılamaya değer bu kişiler, yıllardır biriktirdiğim anı ve gözlemlerim, okumalarımın üzerine, bir şekilde ekstradan gündemime giriyorlar ve yazıyorum. Onlar bana kendilerini yazdırıyorlar, farkında olmadan. Kendilerini yazdığımı bilmiyorlar ama. Yayınlanınca görüyorlar. Diğer yandan benim portremi de yazar mısın diyen kimseyi yazmadım daha. Kalbimde bir kantar var anlayacağınız, orada ağır basanları kaleme almaya çalışıyorum. Yaptığım bu kısacası.   

Yani iyi bir portrenin vesaikleri nelerdir? “Nane, limon kabuğu bir güzel kaynasın, içine hatmi çiçeği biraz çörek otu katasın, aman, hatta biraz tarçın bir tutam zencefil…” diye devam eden Barış Manço şarkısında olduğu gibi bir formülünüz var mı?                                                                        Var elbette. Ama size veremem. Kimseye veremem, daha doğrusu. Çünkü ben de bilmiyorum. (Gülüşmeler.) Kalbimdeki izdüşümler, yazdıklarım. Oturuyorum ve yazıyorum. Kalbimce, kendimce, kalemimce. Çok istediğin için vereyim hadi (çok çok gizli formülüm şu): Bir tutam yaşanmışlığın ve yüz gram okumuşluğun üzerine kırk gram da samimiyet, bir fiske ironi, bir çay kaşığı da lirizm ekleyin. Didaktikliği eksiltici iki kısa paragraf anekdot damlatın. İki bardak Hünkar suyunda akşamla yatsı arasında bekletin. Servise pardon okunmaya hazır haldedir, servis edebilir, dergiye gönderebilirsiniz.

“Portre yazmak için illa ki birlikte zaman geçirmek gerekmez” dedirten bir portre yazısı var kitabınızda: Mehmet Narlı portresi. Görmeden tanıtmak, vakit geçirmeden hakkında yazmak nasıl oluyor, bize biraz bu konudan bahseder misiniz?                                                                                       Aslında tanımadan yazmak daha kolay ve güzel. Üzerinizde baskı da oluşturmuyor. Daha nesnel daha objektif olabiliyorsunuz. Daha doğru ifadeyle; tanımanın avantajları da var dezavantajları da. Aynı şey tanımamak için de geçerli. Portre yazmak bir tarafıyla fotoğraf çekmek; görüntü ile hissettiğinizin bileşkesi. Bir de okumalar… 

Kaleme aldığınız portrelerde umut, hoşgörü, vefa, güven, coşku, minnet, hayranlık ve ilham gibi okuyanı iyi hissettiren iyicil bir üslup var. Hem kendi yazım tarzınız hem de portre yazan yeni yazarların yazım nitelikleri hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?                                     Teşekkür ediyorum, hakkımdaki iyicil bir üslup tanımlamanız için. Eyvallah. Aldım kabul ettim. Zira biz iyilik medeniyetinin çocuklarıyız. Ve umut. Ve merhamet. Ve güzellik. Karamsar ve kötümser olamam ki. Benim ömrümce yapmaya çalıştığım, İyilik portreleri yazmak. Ve iyiliği yaygınlaştırmak. Becerebilmişsem ne mutlu bana. Hem kusur araştırmayı ve yaygınlaştırmayı yasaklamış bir kutsal öğretimiz var, bizim. Mehmet Aycı kardeşim de çok başarılı bir portre yazarı. O da iyimser.

Portre yazdığınız kişilerin vasat yahut “olmasaydı daha iyi olurdu” dediğiniz yönleri hakkında nasıl bir tutum sergiliyorsunuz? Topu göğüste yumuşatıp söylemek ya da hiç bahsetmemek gibi.                                                                                                                                                        Zaten bir portre yazarının zihninde, yazdığı kişinin vasat tarafları değil çok keskin ve belirgin yönleri öne çıktığı için, sözünü ettiğiniz unsurlar kendiliğinden arka planda kalıyor, düşüncesindeyim.   

Bir portrenin akılda kalıcı olması için bilinmeyen bazı bilgileri, belki de ilk defa yazıya dökülen bazı gerçekleri açıklıyorsunuz. Örneğin kitabınızdaki 43 portreden biri olan Adem Karafilik’in siyah kuşak sahibi bir karateci olduğunu, Cihat Zafer ‘in “yoğun sigara içmezsem düşünemiyorum” dediğini söylüyorsunuz. Bu hususta şunu sormadan edemiyor insan; bu bilgileri yazıyla kayıt altına almak için konu ettiğiniz kişiden onay alıyor musunuz? Yahut almak gerekir mi?                                                                                                                                                      Hayır almadım, zaten yazdığımı da bilmiyorlardı. Yayınlanınca gördüler. Öte yandan, izin veya onay almak gerektiğini düşünmüyorum. Biz yazarlar, sanatçılar, kamuya mâl olmuş kişileriz. Hakaret veya gizliliği ifşa olmadığı sürece, yazmanın mahsuru olmadığını düşünüyorum. Hatta bir zenginlik olduğunu da.

Portrelerin sahiplerinin hayatlarında sizin önemli bir yer kapladığını görüyoruz.  Bazısının ilk kitabının editörüsünüz, bazısının nikâh şahidi, bazısının ilk röportaj yapanı. Bu gibi özellikli anlara şahit olarak tercih edilmek nasıl bir duygu?                                                                                                     Ben çok zengin bir insanım, bir defa. 300 milyar dolar servetimle, dünyanın en zenginleri listesinde ilk onda yer alıyorum daima. Benim servetim, dostlarım. Geniş ve zengin çevrem var, demedim. Dostlarım dedim. (Sen de onlardan birisin, mesela, Necla yeğenim.) Rabbimin nimeti bu bana. Şükretmeye, hamd etmeye çalışıyorum. 2015’te Yaşa’yan Portreler kitabım üzerine yazan bir başka portre ve biyografi yazarı Ahmed ağabeyim (iktisat profesörü, Güner Sayar), Fahri, dostlarından bir dünya kurmuş, cennette yaşıyor diye durumu çok güzel izah eden bir tespitte bulunmuştu. Katılıyorum Ahmed hocama. Ömrümce, yakınlarım tarafımdan iflah olmaz iyimserliğim ve saftirikliğim ile suçlandım, eleştirildim. Olsun. Rabbim de güzel insanlarla donattı dünyamı. Fena mı? Bin şükür. Kısmetimmiş bu çevre diyor ve ekliyorum: Dostlarım, Rabb’imden ödüldür bana. Gerisi teferruat.   

Bu kadar çok detayı hatırlamayı nasıl başarıyorsunuz? (Kimin nereli olduğunu, eğitim hayatının hangi şehirlerde gerçekleştiğini, aile bireylerinin isimlerinin/mesleklerini, sevdikleri çiçekleri ve hatta hangi tarihlerde hangi gezilerde birlikte gittiğinizi vb.)                                                Bilmem. Öyle miyim. (Gülüşmeler.) Farkında bile değilim. Çok sorulur bu soru bana, kesin ve net bir cevap veririm ben de: Bilmiyorum. Sayısal kökenliyim. Ondan olabilir belki. Bir ihtimal. Çalışılmış bir şey değil yani. Kendiliğinden. Hüdayinabit bir özelliğim. 

Portrenin görsel sanatları çağrıştırması ve sizin portre yazarlığınız bağlamında yaşadığınız ve hatırladıkça sizi gülümseten bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?                                                        Olur. Altmışın üzerinde uluslararası ödüllü karikatürist Osman Suroğlu’nu yazdığımda, eşi Makbule Yengemin, Osman, otuz yıllık eşimsin ama Fahri, vallahi seni benden iyi tanıyormuş sözü. Bir de Taraklı’da yaşayan Ormancı Alaattin Abinin (Yılmaz) portresini yazdığımda, Fahri hocam, ben kendimi, senin yazından tanıdım valla sözü. Bu konuda benim sözüm şu: Portre edebiyatının gereklerini yerine getirebilmişsem ne mutlu bana.

Aslında siz portre yazarken bir anlamda kendi portrenizi de yazıyorsunuz diyebilir miyiz? Örneğin; hayatınız boyunca yirmi çifte nikâh şahitliği yaptığınızı bunlardan on altısının boşandığını, köklerinizin Maraş’a dayandığını ve iki buçuk asır önce Adapazarı’na gelerek yerleştiğinizi söylemeniz bir anlamda size dair siz dile getirmedikçe pek bilinebilecek bir bilgi değil.                                                                                                                                                                     Sizi ikinciye tebrik ederim: Aslında biz portre yazarları, karşımızdaki kendimizi, kendi izdüşümümüzü yazıyoruz. Yazdığımız kendimiziz aslında, karşımızdaki kendimiz. Ondaki beğenilerimiz. Bir portrede yazılan, anlatılan kişiden çok anlatandır. Bunu senelerdir düşünüyor, görüyor, biliyordum. Siz açık ettiniz, ben de ifşa. Kutlarım sizi.

Portrelerin sahiplerinin iştirakiyle bir TV ya da radyo programı yapmayı hiç düşündünüz mü?                                                                                                                                                                            Yok düşünmedim. Ama şöyle bir program hayalim var öteden beri: Televizyonlarda, haber, sanat veya spor programlarında, bahse konu kişiler hakkında, zaman zaman (haftada bir mesela) beşer dakikalık portre metinleri okunmalı. Portre yazarlarının kaleminden çıkanları ama. İşi ayağa düşürmeden. Bir yazan da ben olabilir miyim acaba. (Gülüşmeler.)   

Bundan sonraki projeleriniz hakkında bilgi alabilir miyiz?                                                                            Rabbim ne kadar daha ömür biçti bize, bilmiyoruz. Almış üçü doldurduk. Kafamda bir üçleme vardı. Yaşa’yan Portreler (2015) ve Kırklanmış Portreler (2022) ile ilk ikisi tamamlandı. Şimdi aklımda Bizi Biz Yapan Portreler var: Hoca Ahmet Yesevi’den Sarı Saltuk’a, Dedem Korkut’tan Nasreddin Hoca’ya, Yunus Emre’den Niyazi-i Mısri’ye, Hacı Bayram Veli’den Hacı Bektaş’a, Âşık Veysel’den Neşet Ertaş’a… Anadolu ve Rumeli’yi mayalayan büyükleri yazmak istiyorum. Nasip, kısmet artık. Görelim Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler.

Şehir ve Kültür Dergisi,                                                                                                                                           Sayı: 104, s.48-49