Bir hafta sonu, Adapazarı’nda, çarşı içindeki kalabalık bir mağazada dolaşıyorum. Bir genç adam, mağazanın vitrininde gördüğü pantolonu üzerine giydikten sonra olumlu bir tepki görebilmek umuduyla önce etrafındakilere sonra da aynı soran gözlerle yanı başındaki mağaza görevlisine bakıyor. Aldığı cevapsa gayet tatmin edici:

 -Çok tarz oldunuz! …..’nın aynısı!

Eskiden bir “Üzerinizde zengin durdu” klişesi vardı bu tip durumlarda hayat kurtaran, galiba artık pek kullanılmıyor. Neyse ki, genç kardeşimiz halinden memnun. Hatta ben de gülümsüyorum onun bu hoşnutluğundan cesaret alarak. Fakat onun beni süzen gözlerinde ise aynı ifadeyi göremiyorum maalesef. Galiba pek tarz değilim!

Devir, imaj devri. Bir yere kadar anlaşılır bu da… Fakat diğerleriyle aynı gömlek, aynı saç, aynı gözlük vb. ile bir imaj oluşturma fikri ne zamandan beri böyle çıkmamacasına yapıştı kaldı üstümüze? Bir örnek: Yakınlarda bir televizyon dizisinin etkisiyle bütün ülkenin erkeklerini, hatta dizinin yayınlandığı dış ülkelerdeki erkekleri bile çılgıncasına sarmalına alan o uzun sakal modasına direnen kaç kişi kaldık acaba? Şimdiyse yerinde yeller esiyor sanki. Sakal artık tarz değil sanırım.

Moda ile bir alıp veremediğim yok, sadece merak ediyorum; insan, başkasının, başkalarının kopyası bir yaşam biçimine tutunmaktan, onun üzerinden kendisini tanımlamaktan ne zevk alır? Daha doğrusu, neden gerek duyar buna? Bulduğum cevaplar şöyle: Yaratıcılık yoksunluğu, sürü psikolojisi, vitamin eksikliği, genetik bağımlılık… Bunlardan hepsi veya birkaçı bir arada da olabilir tabii! En fenası da o olmalı.

Ya aşklarımız? Öylesine sığ, öylesine birbirleriyle aynı düzeysizlikte bir ego savaşı, bir posta koyma, karşısındakine değer verir gibi yaparak kendini yüceltme gayreti içinde… Neye yarayacaksa? Çoğu zaman doktor reçetesi gibi, duruma uygun birkaç dize, bir pasajla sevdiğine yol veren, aşkını dağlara yazan, ilh… En okumuşlarımız da aynı hastalıktan muzdarip, elifi görse mertek sananlarımız da! İkinci gruptakileri şimdilik bir kenara koyalım, asıl entel cühelamızın hal-i pürmelali ne olacak? İlişki seçmeyi kıyafet seçmekten farklı görmeyen, sürekli in-out mekânlar arasında köşe bucak kadınlarını/erkeklerini koşturanlar… Retroya meftun, metroya mecbur, akşam sosyal medyada Cemal Süreya’dan şiirler paylaşıp sabah sevgilisini dayaktan hastanelik eden erkekler; akıllı telefonlarını fal bilim merkezi ve magazin gazetecileri derneği gibi kullanmadığı zamanlarda kocalarının nerede yer bildirimi yaptığını takip etmekten başı dönen kadınlar… İster kenar mahallede otur ister en lüks semtte, Tanpınar’ın vakti zamanında “zevk hezimeti” dediği bir bayağılaşmanın her türlü uzantılarını aşklarımızda, ilişkilerimizde, iletişimimizde, toplumsal hayatımızın her cephesinde fark etmemek mümkün mü?

“Her hayat kalbinin ekseninde döner” demiş Selahaddin Şimşek. Kalbimiz mi kalmış? Sözün devamı var: “İnsanların uğrunda öldükleri uğrunda yaşadıklarıdır!”. Nereye döndüğümüzü, ne uğrunda yaşadığımızı biliyor muyuz şimdi? Biraz dur, sakinleş, kendine dön; kimsin, ne yapıyorsun, amacın ne, bir düşün. Basmakalıp, ezbere moda ve taklit girdabından biraz kaldır başını da gör, âlem nerede sen neredesin!

Bak, edebiyat dünyası bu sorgulamaları fazlasıyla yapmaktan feleğini şaşırmış kahramanlarla dolu. Sen onlar gibi olmasan da bir oku, gör, kimler ne çekmiş senin o ezbere yaşadığın hayattan kendini çekip çıkarabilmek uğruna; bireyleşmenin dozunu iyiden iyiye kaçırıp kendi yalnızlığında merdümgiriz bir kaybeden olup hatta hayata da kestirmeden elveda deme cüretini gösterip atlayıvermiş içinde bulunduğu vagonun penceresinden boşluğa.

Mesela Oğuz Atay, Tutunamayanlar’da, Tehlikeli Oyunlar’da insanın kendi olması ve kendini gerçekleştir(eme)mesi konusunu edebiyatımızın zirve noktasında ele almamış mıydı? Selim Işık’lar, Turgut’lar herhalde sakal bırakmayı bilmedikleri için intiharı tercih etmiş değildi o romanlarda. Keza Orhan Pamuk, Kara Kitap’ta büyük bir başarıyla işlememiş miydi aynı sorunu? Celal’in, Galip’in hayatı nasıl bir kaçısın ve arayışın girdaplarıyla, bunalımlarıyla doluydu? Şimdilerde o nitelikte romanlara rastlayamıyoruz. Neden acaba? Kendimiz olabilmek fikri artık sıkıcı mı gelmeye başladı biz insanlara? Yoksa yazarlar mı artık çekici bulmuyor bu meseleyi, ne dersiniz? Nasıl olsa herkes gurme, herkes tarz, herkes sırılsıklam âşık ya da müzmin yalnız… Gir bir kalıba, rahatla, oh ne âlâ!

Sıradanlığın, kolaycılığın, düşünce geliştiremeyip en kolay olana aşk derecesinde tutunmanın yol açtığı sıkıcı bir hayatı neresinden tutup düzeltmeli ki? Oysa şairin deyişiyle, kendinin bile ücrasında yaşamayı tadabilenler, kendi olabilmenin zevkini ve ıstırabını bir arada tecrübe edenler için, ne kadar uzak, gülünç, bayağı ve saçmadır böyle bir yaşamak!