— Bizler, görünen o ki, açlıktan karnına taş bağlayan bir Ulu Peygamber’in “doymak bilmeyen, muhteris” ümmetiyiz.
— Bizler, ‘görevi ehline veriniz’ kuralına inanırız, ama çok zaman da ‘bir deliye, bir veli rolü’ veririz. Sonra da ortaya çıkan durumu tartışırız.
— Bizler, öz ana-babasını düşkünler yurduna, yaşlılar evine veya bir başka yere gönderip, evlerinde kedi- köpek besleyen insanların olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
— Bizler, “komşusu aç iken yatan ‘bizden’ değildir” hükmüne inanırız… Bunun için de, ‘açlar’ mahallesinde oturmayıp, ‘toklar’ mahallesini tercih ederek, ‘bizden’ olan insanlardan oluruz.
— Bizler, patronlar olarak, sahip olduğumuz işyerlerimizde, paralarımız yokken, hanımlarımızı ‘sekreter’ olarak çalıştırır, paralandıklarımızda da sekreterlerimiz onların ‘hanım’ı olur…
— Bizler, paralarımız yokken, genellikle, iş yerine bisikletle gidip geliriz; paraya kavuştuğumuzda, fazla yediğimizden, yediklerimizi yakmak için, eksersiz yaparak işlerimize bisikletle gidip geliriz…
— Bizler, öyle insanlarız ki, fakirken yol parası vermemek için, yemeğe yaya, yani yürüyerek gidip geliriz; ancak paralandıklarımızda, yediklerimizi ‘yakmak’ ve ‘kilo almamak’ için yürümeye devam edenleriz.
— Bizler, büyük çoğunlukla, paraları yokken, yani fakirken, evlenmek isteyen; ancak parayı bulup zenginleştiklerinde eşinden boşanmak isteyen, ne yaptığını bilmeyen ve çelişkili bir ruh haline sahip insanlar topluluğuyuz…
— Bizler, hayatın üç perdelik bir tiyatro oyunu (doğum, ömür, ölüm) olduğunu çok iyi biliriz, ama üçüncü perdenin bize çok uzak olduğunu düşünürüz. Sahnede yakın vadede hep başkaları üçüncü perdeyi oynayacaktır…
— Bizler, külâhları çok sever, sürekli olarak külâhlarla oynar ve külâhlarla dans ederiz. “Ali’nin külâhını Veli’ye, Veli’nin külâhını Ali’ye giydirmek”te çok mâhirizdir. Ancak gelin görün ki, kendimize ait, hiçbir zaman bir külâhımız olmaz…
— Bizler, toplumun parlamentosu olarak, muhalefette kaldığımız sürece, ‘dokunulmazlıkların kaldırılmasını’ talep eder, bunu her platformda dile getiririz. Ama ‘biz’ iktidar olursak, o zaman durum değişir: ‘Dokunulmazlık İyi Bir Uygulamadır’…
— Bizler, paraları yokken, ucuz olduğu için evde sebze yer, zenginleşip mal mülk sahibi olduğumuzda, pahalı restoranlara gidip, kolesterol ve kilo alma korkusuyla, oralarda da sebze yiyen, ne yaptığını veya ne yapması gerektiğini idrak edemeyen, şaşkın insanlarız…
— Bizler, paralarımız yokken, devlet memurluğuna can simidi gibi sarılır, memur olmak için olmadık külfetlere katlanırız. Memur olup ‘ileri’ ve ‘yüksek’ bir makama geldiğimizde/getirildiğimizde, onu bunu, kafamıza yatmayan herkesi, ‘memur zihniyeti’ ile davranmakla suçlarız…
— Bizlerin içinden çıkan, yıllarca aktif bir şekilde ‘aktörlük’ yaptıktan sonra ‘son kullanma tarihi’ dolan ve sahne dışına atılan bazı figürler, başkalarına ‘dublörlük’ yaparak, kendilerini ‘ hâlâ aktif aktörmüş gibi’ avutabilirler. Ama böyle yaparak sadece kendilerini kandırırlar, seyirciler de kıs kıs gülerler…
— Bizler vatanımızı, milletimizi ve Sakarya’yı çok severiz. Bu uğurda her vesileyle, ‘Vatan, Millet, Sakarya’ nutukları atarız. Bu hususta bize kimse yetişemez. Vatanı, milleti ve Sakarya’yı kurtardığımızda(!), onların üzerinden inmesini de bilmeyiz. Ne de olsa müktesep haktır: Biz kurtardık, biz bineceğiz!
─ Bizler, çilekeş ülkemizin yetiştirdiği bazı ‘sivri zevat’ olarak ve genellikle, kendimizi öyle önemseriz ki, fiilen çalıştığımız yerde olduğu (!) gibi, geçici olarak gittiğimiz kurumlar bile, gelişimizle prestij kazanır, sıfatı da ‘Prestij Kurumu’ olur… Ne de olsa makamlar bizlere bir şey katmaz, ama bizler, makamlara kalite ve prestij katarız.
— Bizler, çoğunlukla ‘Müslümanlar olarak’, fazla malları muhtaçlara vermenin “Hz. Peygamber’in Sünneti” olduğuna inanırız, ama büyük çoğunluğumuzun ‘fazla mal’ kavramı farklıdır. Bazen öyle olur ki, yedi sülalesine yetecek kadar malı mülkü olanların ‘fazla malı yoktur’…Yani Peygamberin sünneti yerine, mal üstüne mal yığarak ,“Karunların ve Firavunların Sünneti” yerine getirilir… Neticede, ne de olsa, o da ‘sünnettir’…
— Bizler, büyük çoğunlukla, kutsal ve ‘en tekâmül etmiş bir din’e inanan, dünya nüfusunun neredeyse üçte birini temsil eden, çağın kritik hammaddesi petrol ve diğer kıymetli maden yataklarına sahip olan ve 50 den fazla ülkeye sahip insanlar topluluğuyuz… Bu iyi de, dünyanın en geri kalmış ülkelerine, sefalet, yokluk, iç kargaşalar ve katliamların yoğun olarak hüküm sürdüğü coğrafyalarda, kendinden olmayan yönetimlerce idare edilen, zalimlerin oyuncağı halinde, acılar içinde günlerini tüketen insanlar da bizleriz…
— Bizler, toplumumuzun bir kesimi olarak, genellikle, gençliklerimizde cihat ederiz. Bu uğurda yıllarımızı veririz… Sonra da Allah, samimi gayretlerimizin mükâfatını verir, belli makam ve mevkilere getiriliriz. Geldiğimiz makamları öyle önemseriz ki, hiçbir gücün bizi buralardan al-aşağı edemeyeceğine ‘iman’ derecesinde inanırız. Bir müddet sonra işgal ettiğimiz makam ve mevkilerle aynîleşiriz. Her yanlışımıza meşruiyet kılıfı hazırlarız. Sonra da kılıfları tabiî görmeye başlarız. O makamlar ayaklarımızın altından kayıp gittiğinde ‘kralın çıplak olduğu’ anlaşılır, ama olanlar olmuş, kazananlar kazanmış ve kaybedenler de kaybetmiş olurlar.
HÜLÂSA-I KELÂM:
Allah’ım,
Şükürler olsun sana!
Bizler yeryüzünün ne ‘mübarek’ insanlarıyız!
Bizler böyleyiz de…
Sizler nasılsınız?
Yoksa
Siz de mi bizim gibisiniz?