Bin dokuz yüz yirmili yıllar olmalı… Şöyle demiş Yahya Kemal, şiir yazdıklarını söyleyen yeniyetme öğrencileri Tanpınar ve Dıranas’a: “Çocuklar, beyhude gayret… Şiir benimle bitti!”. Bu hatırayı daha Tanpınar’ın günlüğünden okumadan çok önce, Tepebaşı’ndaki eski İstanbul kitap fuarı günlerinden birinde, Hilmi Yavuz’dan-ömrü uzun olsun- dinlemiştim. Tabii Hilmi Hoca, zihnimdeki soruyu bakışlarımdan anlamış ve sormamı da beklemeden cevabını vermişti hemen: “Şairler böyledir, gençlikte şiirin kendileriyle başladığını, yaşlılıkta ise kendileriyle bittiğini sanırlar. Ben, ne şiirin benimle başladığını iddia edecek kadar genç, ne de benimle bittiğini söyleyebilecek kadar yaşlıyım…”

Yirmi yıl geçmiş üstünden. Kitap fuarına da gidemiyorum uzun zamandır. Gitsem aynı zevki alamayacağımı bildiğimden biraz, biraz da yol çilesi… Ama şiir okumayı sürdürüyorum. Özellikle de iyi şiirlerle karşılaştığımda heyecanlanıyor, herkesle paylaşmak istiyorum o an. Sakinleşince de kendi kendime tekrarlıyor, notlar alıyorum. Fakat ne yazık ki son birkaç yıldır böyle anlar azaldı benim için. Üzülerek söylemeliyim ki genç şairlerin şiirleri pek şiir değil! Tanpınar, “Genç şairleri seviyor, takip ediyorum ama canım şiir okumak istediğinde Baki’nin, Nedim’in divanını açıyorum” diyor bir yerde. Ben onun cümlesini biraz değiştirerek söyleyeyim: Genç şairleri seviyorum, takip ediyorum ama beni heyecanlandıran şiirler çoğu zaman yaşayan en yaşlı şairlerinki oluyor! Onların sayısının da ne kadar azaldığını söylememe gerek yok.

Ben böyle söyleyince bazıları alınacak ya da kızacaktır bana, haksızlık ettiğimi düşüneceklerdir kendilerine. Olabilir, belki de ben fazla karamsarımdır ya da yanılıyorumdur. Kim yanılmıyor ki bu işlerde? Açın Nurullah Ataç’ın denemelerini, neler görürsünüz neler! Bir gün göklere çıkardığı, edebiyatımızın en iyi şairi ilan ettiği Orhan Veli’yi başka bir gün “şakuli solucan” diyerek yerin dibine soktuğunu görürsünüz mesela. (Bu arada, Bay Ataç’ın benzetmesindeki orijinalliği es geçmemeli, rahmetlinin hakkını en azından bu noktada teslim etmeliyiz.) Yahut kendisi Divan şiirini eleştirirken iyidir de Gölpınarlı Divan Edebiyatı Beyanındadır’ı yayımladığında toz kondurmaz olur hiçbir Divan şairine, Gölpınarlı’ya çatar bu kez de.

Peki, ben neden böyle olumsuz bakıyorum günümüz şiirine? Dönem dönem hortlayan “Şiir bitti!” furyasına eklenmek mi niyetim? Değil tabii, insan yaşadıkça şiir de varlığını sürdürecektir mutlaka. Konu o değil. Ancak bir durum tespiti de yapmak zorundayız. Hece dergisinin şubat sayısı duruyor masamda. Dosya konusu hazırlamışlar, 2016 yılının şiirverimleri üzerine. Yararlı, dikkat çekici yazılar var bu dosyada. Şiir üzerine yazılar bunlar, okunmalı. Fakat şiirlere baktığımda-Enis Batur’un ifadesiyle, “metinlere gittiğimde”- manzara iç açıcı olmuyor ne yazık ki. Şiir üzerine yazılar iyi, üzerine yazılar yazılan şiirlerinse bir kısmı vasat, çoğu laf kalabalığı. Neden böyle? Bunu açıklamak kolay değil ama benim gördüğüm, birbirine tamamen zıt etkenler rol oynuyor bu durumda. Mesela bir tarafta, şiiri toplumun malı olarak gören ve kitlelerin ortalama şiir zevkini ölçü olarak kabul edenler var, diğer tarafta ise şiiri seçkinlerin tekelinde görüp onu toplumun ilgi ve anlayışından uzaklaştıranlar. Bu ikinci gruptakiler beni daha çok kaygılandırıyor çünkü yazdıkları şiirlerle edebiyat mecrasında boy gösterenler çoğunlukla onların arasından çıkıyor. Yalnız bir şeyin farkında değiller-ya da farkındalar da gittiği yere kadar sürdürmek derdindeler- seçkinlere has, nitelikli okura yöneldiğini düşündükleri şiirlerin hiçbir derinliği yok! Buna ister havanda su dövmek deyin ister yellenip yellenip ipe dizmek! Afili başlıklar altında mıymıntı sözler, laf cambazlıkları… Çocukken doğum günlerimizde birbirimizle eğlenmek için küçük bir taş veya çam fıstığını kutuya koyup üst üste birkaç kez paketlerdik. Hediyeyi alan kişi bu birbiri içine sarılmış paketlerin hepsini açıp sonunda da hediye namına değersiz bir şeyle karşılaştığında kendini enayi gibi hissederdi. Ben de yeni nesil şairlerin şiirlerini her okuduğumda biraz böyle hissediyorum. Paketi açtıkça umudum azalıyor, sabrım tükenmez de şiirin sonuna varabilirsem, harcadığım zamana acıyorum.

Sanırım şu nokta göz ardı ediliyor: Dünyanın hiçbir döneminde bilerek topluma yabancı, ondan uzak kalmamıştır şairler; sadece böyle bir sonuçla yüzleşmiş ve buna istemeden de olsa razı olmuşlardır. Kaldı ki, toplumdan ayrı düşmek ve anlaşılmamak da bir gereklilik veya kaçınılmazlık değildir şair için. Yunus’u, Hayyam’ı, Fuzuli’si ne kadar uzaktı toplumdan acaba? Yazdıklarının anlaşılmaz olmasına mı çabalamıştı bu şairler? Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Necip Fazıl, Sezai Karakoç? Herkesin şiirden anlamasını beklemiyoruz ama anlaşılır olursam şair demezler düşüncesi de nedir? Sanatını konuştur, anlayıp anlamamak okurun işi! Şiirin bittiğini sanmıyorum fakat gerçek şairler herhalde hiç olmadığı kadar görünmez durumda bugün.