“Film yapmak, birçok kereler yaşamak için bir şanstır.'
(Robert Altman)

Eski filmlerimizin yapısı neredeyse klasik hale bürünmüş. Mutlu veya olağan halde başlar; olaylar geliştikçe “iyilik meleği” başrol oyuncusunun üzerinde kara bulutlar dolaşır… Sonunda ise tüm bulutlar dağılır ve “Mutlu Son”… Nedense bana gerçekçi gelmiyor bu sonlar…
Hayatımın bu döneminde film izleme isteği uyandı… Dış dünyaya açılamamamın dezavantajını film izleyerek kapatmaya çalışıyorum… İnsanları yani karakterleri tanımaya dikkat ediyorum… Genelde dram ağırlıklı izlemeyi severim… Fantastik türünü hiç sevmem… Çünkü hayatıma hiçbir katkısı olmayacağını düşünüyorum… Belki heyecan olur belki korku olur lakin dürüst olalım bunlar hayatımızda yeterince yok mu?
İzlediğimin filmlerin “gerçek bir hikâye” olması beni daha çok etkiliyor… Çünkü senaryosu bir insanın elinden çıkmıyor. Elbette küçük oynamalar olur ama yaşamı öyle güzel yazar ve yönetir ki Yaradan (c.c.) bize izlemek ve ders çıkarmak düşer sadece… Oysa bazı senaristlerin amacı önce izlettirmek ilgiyi çekmek ve topladığı kişileri sömürmektir…
Günümüz dizilerini düşünelim… Başrol oyuncusu sorun çıkarmadığı sürece kahramanımızın başına hiçbir şey gelmez. Elbette ne trajediler atlatır veya kurşunların arasından onlarca kez kurtulur lakin hayatın acı ama en büyük gerçeği olan ölüm uğramaz, gördüğümüz kâbuslar gibi, bıçak çekilir tam saplanacağı sırada uyanırız… Çünkü reytingi getiren ve cüzdanları dolduran başrol oyuncusudur. Oynayan da fahiş miktarda ücretler alınca… Alan razı satan razı… Peki, bize kattığı ne bu film veya dizinin?… Hayat bu işin neresinde?…
Bir eser, benim hayatımdan minimum doksan dakikamı alıyorsa bunun karşılığı vermek zorundadır. Günümüzün en değerli mücevheri zamandır… Ve harcadığım zaman benim hayatıma gerçek manada iz bırakmalıdır. Eğlenmek ve tüketim popülaritesi filmin izlenebilecek değere taşımaz benim kıstasımda…
'Belleğimiz sürekli bir sinematektir. Kilometrelerce film saklar ve onları isteğimize göre, siyah-beyaz veya renkli olarak yansıtır.'
(Arietty)
“Hikâyeler bir tek onları anlatabilenlerin başına gelir” cümlesini belki de benim tezimi çürütüyor… Mühim olan hikâye değil anlatabilmektir algısı oluşuyor… Oysa ana fikir her şeyden önemlidir. Bir yalancı size kandırabilmiş ise başarı sayılır mı? Hikâye inandırılabilir koca bir yalansa ne önemi var ki? Yalanın bedeli elbet ödenmez mi?
Kendi yazılmış kaderimizin başrolünü oynuyoruz bu hayatta… Başrol olduğumuzdan mıdır bu kapris bu kendini beğenmişlik? Oysa oynadığımız oyunu herkes oynuyor… Önemli olan filmin sonunda ders çıkarılabilecek duygular bırakmak geride kalanlara…
Sinema dünyasının en prestijli ödülü “Oscar’ı” alanların teşekkür etme süresi sadece “otuz saniye”… Tüm dünyaya mutluluğunuzu “otuz” saniyede anlatabilir misiniz? Kimse sizi ödülünüzle hatırlamayacak, oyunculuğunuz daha doğrusu karakterinizle akıllarda olacaksınız yani… Size kendi yazdığım şiirle veda etmek istiyorum. Allah’a (c.c.) emanet olun…
Hayat bir film,
Haydi, oturup izleyelim,
En iyi oynayanı,
Peygamber gölgesinde bekleyelim…

e-mail : [email protected]